25 Şubat 2012 Cumartesi

Dindar Bir Nesil

pink
Dillendirmesi zor, gerçekleştirmesi daha zor bir husus “dindar bir nesil yetiştirmek”…
Dillendirmesi zor, çünkü bu milletin bu topraklardaki varlığını 1923′ten başlatmayı alışkanlık edinmiş seçkinci “beyazlar” bakımından hazmedilmesi mümkün olmayan bir mesele bu. Bu dünyada var olabilmenin asgari şartının Allah’la bağları koparmak olduğuna iman etmiş, ezan sesi duymaktan rahatsız olan, Ramazan, Kurban, Hacc ve diğer İslamî şeair söz konusu olduğunda rahatsızlığı tavan yapan, ölüm anıldığında psikolojisi bozulan çevrelerin dindar insanların damgasını vurduğu bir toplumsal yapıya tahammülsüzlük göstermesi eşyanın tabiatından. Bir de bu milletin ensesinde boza pişirmeye alışmış bu kesimin “buyurgan” konumunu kaybetmekten kaynaklanan rahatsızlığını da hesaba katarsak, “dindar bir nesil yetiştirmek”ten söz etmenin hayli netameli bir alanda dolaşmak anlamına geleceği aşikâr…

....

Postmodern aşamada modernitenin “hard” tarzı yerini “soft” bir yapıya bırakıyor. Modernitenin “din afyondur” algısı gidiyor, onun yerine postmodernitenin “afyon da dindir” algısı geliyor.
Böyle bir ortamda “dindar bir nesil yetiştirme”nin neye tekabül ettiğini netleştirmek, en az bu düşünceyi dillendirmek kadar önemlidir.
İşbu dindar nesil “İbrahimî dinlerin birliği” söyleminin çerçevelendirdiği bir dindarlık anlayışıyla mı, yoksa Hak Din hakikatiyle mi yetişecek?


Küresel kapitalist sistemin dişlilerine yağ olmayı “yeni dünya düzeninin gereği” olarak amentü gibi ezberleyip tekrar eden birey mi, yoksa adalet üzere dönen bir dünya için bugünden elli yıl, yüz yıl ötesini hedefleyerek yola çıkar birey mi? Tamamı

24 Şubat 2012 Cuma

Sahih-Muteber Ve Doğru İman

Flowers for Gramma 3 
Sahih-Muteber Ve Doğru İman

İman; sıfatları ile birlikte Allaha, meleklerine, gönderdiği mukaddes kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allahtan olduğuna, öldükten sonra dirilmeye inanmaktır. (Meselâ “Allah gökte” demek, O’na mekân isnat etmek olup, küfürdür.)
İmanın sahih, makbûl ve muteber olması için gerekli şartlardan bazıları şunlardır:
1- İmanda sabit olmak: Meselâ, 3 yıl sonra dinden çıkacağım diyen, o anda kâfir olur.
2- Havf ve recâ arasında olmak: Yani Allahın azabından korkup, rahmetinden ümit kesmemek.
3- Can boğaza gelmeden iman etmek: Ölürken, ahiret hâllerini gördükten sonra kâfirin imanı muteber olmaz. Fakat o anda da, Müslüman’ın günahlardan tevbesi kabul olur.
4- Güneş batıdan doğmadan önce iman etmek: Güneş batıdan doğunca tevbe kapısı kapanır.
5- Gâibi yalnız Allahu Teâlâ’nın bildiğine inanmak: Melek, cin ve peygamber de gâibi bilemez. Fakat Allahın bildirdikleri bilir.
6- İmandan bir hükmü reddetmemek: Küfrü gerektiren şeylerden kaçmak.
7- Dinî bir hükümde şüphe etmemek: Meselâ; “Acaba namaz farz mı, kumar haram mı?” diye şüphe etmemek.
8- İtikadını İslâm dininden almak: Tarihçilerin, felsefecilerin değil, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği şekilde iman etmek lâzımdır.
9- Hubbi fillâh, buğdi fillâh üzere olmak: Sevgi ve buğzu yalnız Allah için olmak. Allah düşmanlarını sevmek, onları dost edinmek, Allah dostlarına düşman olmak küfrü gerektirir.
10- Ehl-i sünnet vel cemaate uygun itikat etmek: Kaynak

21 Şubat 2012 Salı

İslâm`da Eşitlik

Bir kere ontolojik olarak varlıklar arasında eşitlik yok. Zamanlar var, zamanlardan üstün. Mesela Kadir Gecesi, içinde Kadir Gecesi`nin bulunmadığı bin aydan daha hayırlıdır. Ramazan, diğer on bir ayın sultanı. Cuma, altı günün sultanı. Yani zamanlar arasında bir eşitlik yok.
Mekanlara bakın orada da eşitlik yok. İşte Mescid-i Haram`da kılınan bir vakit namaz diğer yerlerde kılınanlardan 100 kat daha sevaplıdır. Aynı şey Mescid-i Nebevi için de geçerlidir. Mekanlar arasında da eşitsizlik var.
İnsanlara bakın, yine eşitsizlik göreceksiniz. Bir kere bazı insanlar peygamber. Geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmış. Bazıları ulul azm peygamber, onların da üstünde. Şimdi nasıl bir eşitlikten bahsedeceğiz?
 “Erkekler kadınlardan bir derece daha üstündür” buyurmuş Allah-u Teâlâ. Şimdi bunu söylediğiniz zaman modern Müslüman bile itiraz ediyor. Ben söylemiyorum ki bunu.
Bu Kur`an`ın, Sünnet`in önümüze koyduğu realitedir. Ben erkek olduğum için bunu söylemek bana kolay geliyor, kadın olsam itiraz mı edecektim? Hayır.
Kadınlarımızın da itiraz etmemesi lazım. Bu bizim koyduğumuz bir taksimat değil. Bizi yaratanın koyduğu bir taksimat, derecelendirme. Burada eşitlik görmek için kendimizi zorlamayalım.

HATIRLATMALAR-4

blue rain
"ANLAMA PROBLEMİ"NDEN MÜŞTEKİ BİR YAZARA

5. Söz hadislerin miktarından açılmışken bu konuya devam edelim.
İslamoğlu bu konuda bir CD'den şu ifadeleri aktarıyor: "... Zehebi der ki: Bu, Ebu Abdullah'ın (Ahmed b. Hanbel, E.S) ilminin çapının genişliği konusunda sahih bir rivayettir. Onlar, bu sayıya tekrarları, eserleri, tabiin görüşlerini ve yorumlarını ve buna benzer şeyleri de katıyorlardı. (...) İmam es-Sehavi, Fethu'l-Muğis isimli eserinde İmam Buhari'nin "Sahihinden 100.000 hadis ezberledim" sözüyle alakalı olarak der ki: Bununla tekrarları, mevkufları, yine sahabe, tabiin ve diğerlerinin sözlerini ve öncekilerden sadır olan fetvaları kasdetmiştir. Bütün bunlara "hadis" denirdi..." (Üç Muhammed, 196)
Herhangi bir Usul-i Hadis kitabında kolayca görülebilecek bu ve benzeri ifadelerin anlattığı açıktır: İlk dönem alimleri, sadece Efendimiz (s.a.v)'e kesintisiz isnatla ulaşan muttasıl/merfu rivayetleri değil, sahabî ve tabiî kavillerini, hatta aynı metnin değişik isnatlarını dahi "hadis" olarak isimlendiriyordu. Nitekim İslamoğlu bu konuda şöyle diyor:
"Hadislerin sayısı, hadisçilere göre şu iki nedenden dolayı kabarmıştır: 1) Hadis'in tanımı: Bazı hadisçiler sadece Hz. Peygamber'in söz, davranış ve takririni "hadis" olarak tanımlarken, bazıları buna sahabenin, hatta tabiininkileri de katmıştır. 2) Rivayetlerin isnad zinciri: Bir tek anlamın taşındığı her rivayet zinciri, ayrı bir "hadis" kabul edilmiştir. Aynı anlam, beş, on, yirmi, hatta elli ayrı zincir tarafından nakledilmiştir. Mesela âşûrâ hadisi rastladığım tipik bir örnektir. Buhari dahi, formları farklı da olsa hepsi de aynı anlamı taşıyan bu hadisin birçok versiyonunu nakletmiştir. Bu durumu, hadisçilerin "rivayete" karşı zaafları körüklemiştir. Muhaddis Abdurrahman b. Mehdi mest üzerine meshetme hakkındaki hepsi de aynı kişiye (Muğire) varıp dayanan on üç ayrı zinciri kastederek "Bana göre 13 hadisi vardır" demiştir." (Üç Muhammed, 197)
Durum bizzat kendisi tarafından bu şekilde ortaya konduktan sonra İslamoğlu'nun, nasıl bir mantık işleterek aşağıdaki sözleri söylediğine şaşırmamak elde değil:
"Hadislerin sayısı aritmetik olarak değil, geometrik bir biçimde artmıştır. Yukarıda da görüldüğü gibi Hz. Peygamber'e ait yüzlü rakamlarla ifade edilen dinî amaçlı söz ve davranışlar hicri ikinci yüzyılda 100.000 rakamına, Buhari'nin Sahih'ini derlediği üçüncü asırda ise neredeyse 1.000.000 rakamına ulaşmıştır. (...)
"İşte hadisçilerin peygamber tasavvuru adını verdiğimiz tavır budur: Hep konuşan bir peygamber. Görevi sanki sürekli konuşmak olan, hemen her meselede bir şey söyleyen, hakkında konuşmadığı konu hemen hemen hiç olmayan, durduk yerde münasebet gözetmeden söz söyleyen bir peygamber tasavvuru. Gerçekten garip bir tasavvur. Peygambere isnat edilen "hadis" sayısının binlerden milyonlara çıkışını ancak bu nedenle açıklayabiliriz. Yukarıdaki iki nedenin de arkasında yer alan daha derin neden, hadisçilerin hep konuşan peygamber tasavvurundan başka bir şey değildir..." (Üç Muhammed, 197-8)
Hadis imamlarının, bir metnin farklı tariklerini mümkün olduğunca bir araya getirmek için sarf ettiği gayreti "zaaf" olarak niteleyen, "hadis"ten kastın ne olduğunu bizzat kendisi gayet güzel açıklanmışken, sonra dönüp bunu bir "problem" olarak takdim eden bu ifadeleri, "anlama problemi"nin şaheser bir örneği saymazsak İslamoğlu'na haksızlık olur!

HATIRLATMALAR-1

14 Şubat 2012 Salı

Altını Sarraf Bilir


Altını Sarraf Bilir
Sözü dinde senet âlim, mantar gibi yerden bitmez. Kesin olarak, hocalarının Resulullaha dayanması lazım. Zira dinimiz nakil dinidir, kimse kendiliğinden bir şey diyemez.

Hep hocasından anlatan bir talebeye sorarlar:
— Hep büyükler diyorsunuz, büyükler şöyle iyidir, şöyle üstündür diyorsunuz. Allah aşkına onlar size ne öğretti?
— Şunu öğretti: Sizin önünüzde 73 tane, birbirinin şekil, ağırlık, renk olarak aynısı olan altın kap olsa ve deseler ki bunlardan 72’si sahte; fakat bir tanesi gerçek ve siz bu gerçek olanı ilk denemenizde, hatasız olarak bulacaksınız. İşte büyükler bize, o ilk denemede, onca kap arasından doğru olanı bulmayı öğretti!
— Herkes kendi altınını doğru biliyor, ne malum sizinkinin doğru olduğu?
— Bu noktada, şu düstur işin içine girer. İslam, akıl değil, nakil dinidir. O doğru cevabı hocamıza hocası, ona da hocası, ona da onun hocası olmak üzere Resulullah efendimize kadar uzanan Silsile-i Zeheb (Altın silsile) ulaştırmaktadır. Bu noktada kimse, kendiliğinden bir şey diyemez.


9 Şubat 2012 Perşembe

Farklılık Arayışı !!


crystal dropsNiçin meal okunduğuna bağlı. Türkiye'de uzun yıllar Hasan Basri Çantay merhumun meali gibi birkaç meal vardı sadece. Sonra bir şeyler oldu, meallerin sayısı akıl almaz bir hızla arttı. Ne oldu da böyle oldu? İnsanlar Çantay mealinde ne bulamadı da yeni meal arayışları gündeme geldi? Mesele Kur'an'ın muhtevasından haberdar olmak ise Çantay meali bunu pekala yapıyor?
Demek ki burada bir "farklılık arayışı" var. Bilhassa meal okumayı teşvik eden çevrelerde önerilen mealin hangisi olduğuna da dikkat etmek lazım. Niçin Çantay meali ya da Bilmen yahut A. F. Yavuz meali değil de Esed meali veya Y. N. Öztürk meali yahut İslamoğlu meali?
Bu, gerçekten iyi okunması gereken bir süreç. İnsanlara "Allah kelamı" diye bir kısım meal yazarlarının sakat din tasavvurları, yetersiz ve nahif Kur'an anlayışları ve bozuk itikatları pazarlanıyor. Söz konusu Allah kelamı olunca da akan sular duruyor tabii.
İnsanımız şunu anlamalı: Meal okuyarak din öğrenilmez. Öyle olsaydı, meal olgusunun ortaya çıkıp yaygınlaştığı modern zamanlara gelinceye kadar bu ümmetin dininden-imanından habersiz yaşadığını söylememiz gerekecekti!…
Elbette Kur'an'la irtibatımız daim olmalı. Elbette Rabbimizin bizden ne istediğini bilmek durumundayız. Ama bunun yolu meal okumak değildir. Bunun yolu "ilahî kelam"ı olabildiğince bütün yönleri ve anlam katmanlarıyla dikkatimize sunun İslamî ilimler ve onların vücut verdiği eserlerdir. Akaid'den fıkha, tefsirden hadise ve bunların usullerine kadar devasa bir dünya var önümüzde. Cihan devletlerine ve evrensel medeniyetlere vücut vermiş bir müktesebattan bahsediyoruz. Ufkuyla, ceraset ve cesametiyle, derinlik ve dirayetiyle büyük insanlar ve büyük toplumlar inşa etmiş olan bu müktesebat, bugünün insancıkları ve toplumcukları söz konusu olduğunda kifayetsiz kalıyor???
Bedbaht âna derler ki, elinde cühelanın
Kahrolmak için kesb-i kemâl-i hüner eyler
Bedbaht olan biz miyiz, bize ağır gelen o sıklet mi, onu da varın siz dillendirin…

7 Şubat 2012 Salı

Entelektüel Obezite

flowers-004Söyleyeceğim şey sizi entelektüel bir tatmine götürmeyecek ama dünyanızı ve ahiretiniz kurtaracak:
“Gidin Ömer Nasuhi Bilmen merhumun ilmihalini alın, okuyun, hazmedin, amel edin ve kurtulun kardeşim.”


Bir insana yetebilecek ne lazımsa o var orada. Ama hayır, gencimize bu yetmiyor. Niye? Çünkü orada hermönetik yok, bilmem Heideger yok, Fukuyama yok. Bu ne lazım sana? Ben bunu entelektüel obezite diyorum. 
Şimdi günümüz insanı, özellikle gençlik aynen böyle, entelektüel obeziteyle malül. Kaldıramıyor o bilgiyi. Çünkü alt yapısı yok, zemini yok; saçmalamaya başlıyor. Bize lazım olanı öğrenelim. Özellikle ve öncelikle ahretimizi kurtaracak olan neyse onu öğrenelim. Onunla amel edelim ve kurtulalım. Şurada 40-50 sene varız, 40-50 sene sonra yokuz. Her işimizde bunu düşünerek hareket edelim. Özellikle dinle ilişkimizi bu zemine oturtmamız lazım. Bizden önceki nesiller sahih bir Müslümanlık yaşadılar. 
Dünyaları da mamur oldu, ahiretleri de mamur oldu. Biz gayri sahih bir İslâmi hayatın eşiğindeyiz, belki ortasındayız. Sebebi de modernitedir. Beynimizi, bilincimizi allak bullak etmiş durumda, dini sahih bir şekilde kavrayamıyoruz. 
Onun için -Allah kimseye taşıyamayacağı yükü yüklemez- ne kadar yapabiliyorsak o kadar yapıp, kurtulmaya bakmamız lazım. Gençlere tavsiyem bu olsun. Bir de İslâm hakkında konuşurken durduğunuz yerden çok emin olmayın. Sağlıklı bir zeminde duruyoruz demeyin. Kafanıza, beyninize ters gelen bir şeyler olduğu zaman hemen “bu böyle olmaz” diye kestirip atmayın. Kendi durumunuzun da tartışmalı olabileceği gerçeğini ve ihtimalini de göz ardı etmeyin.

İslâm`da Hiçbir Eşitlik Yok!



Bu karmaşaya modern zamanlara ait kavramlar ya da modern zamanların yeniden şekillendirdiği kavramlar mı sebep oluyor?

Modernitenin kendini yaşanabilir kıldığı zeminler, çok önemli ölçüde kavramlarla vücut buluyor. Kendisini önce evrensel ilan ediyor. Bu kavramlara hiçbir dinin hiçbir ideolojinin itiraz etmemesi gerektiğini söylüyor. Bu kavramlar algılarımıza da yerleşince dinimizi, kendi kimliğimi, kimlik unsurlarımızı bu kavramlar zemininde yeniden yorumlamaya başlıyoruz. Bunun farkında değiliz tabii çoğu zaman.  Eşitlik bunlardan birisi mesela. 

Bazen vaazlarda en büyük eşitlik İslâm`dadır, en büyük özgürlük İslâm`dadır gibi sözler duyarım, kulaklarıma kadar kızarırım. Niye? Çünkü burada bir tuzak kurgu var. En güzel insan hakları İslâm`dadır dediğiniz zaman; “insan hakları temeldir, İslâm`da bunu içerdiği için kıymetlidir” demiş oluyorsunuz. En güzel, en dokunulmaz değer özgürlüktür, İslâm da bunu ihtiva ettiği için, garanti ettiği için önemlidir demiş oluyorsunuz.

5 Şubat 2012 Pazar

Mâlâyaninin Hükmü

raindrops on the sunroofİmam-ı Gazalî rh.a. mâlâyaniyi fuzuli mübah noktasında zemmeden (kötüleyen)lerdendir. Hareket noktası, zaman ve enerji kaybıdır; kişinin “bir hazine elde etmek varken, bir boncuğa talip olarak” kendini zarara uğratmasıdır. “Sükût etmekle günaha girmeyecek ve bir zarar görmeyeceksen o sözü söyleme.” der.
Söz söyleme sadedindeki dar manasıyla da olsa, meselenin “inceliği”ne işaret etmek üzere, şu “fuzuli mübah” üzerinde biraz duralım: Yalan, iftira, gıybet, riya.. zaten katiyetle yasaklanmış şeyler. Bunları içinde barındırmayan, söylenmediği takdirde bir zarara yol açmayacak sözleri de mâlâyani sayıyor İmam-ı Gazalî. Diyor ki,
“Yoldan geçen birine, icap etmediği, üstüne vazife olmadığı halde, sırf laf olsun diye, ‘kimsin, nerden geliyor, nereye gidiyorsun?’ suallerini sormak mâlâyanidir.” Hatta, lüzumlu bir konuda gereğinden fazla konuşulmuş, daha kısa anlatmak mümkün iken laf uzatılmış ise, bu uzatılan kısmı da mâlâyaniye dahil ediyor.

2 Şubat 2012 Perşembe

Mâlâyani ne demek?

drop_17_09_2010-19

Mâlâyani, “manası olmayan şey” demektir. İslâm alimleri, meseleyi hususen ele aldıkları kaynaklarda bunun sınırlarını bugün zannedilenin aksine oldukça geniş tutar. Mesela İbnü Receb el-Bağdadî “dünya ve ahiret için zaruri olmayan fiiller”in tamamını mâlâyani sayarken, Aliyy’ül-Kârî, kişiyi alâkadar etmeyen söz, nazar, fikir, hatta hayali dahi bu kapsama alır.

Buna rağmen mâlâyani daha çok boş söz, fayda sağlamayan konuşma, şakalaşma veya tartışma” olarak bilinmektedir
Kavramın kaynağını teşkil eden hadis-i şeriflerin bazılarında Hz. Peygamber s.a.v.’in mâlâyaniyi “söz”le örneklemesi ve modern zamanlar öncesindeki bütün toplumlarda şifahî (başkasından dinleyip öğrenilen) bir yapının hüküm sürmesi, meseleyi dil planında belirginleştirmiş, ilmihal kitaplarında “dilin afetleri” bahsine dahil etmiş olsa da, mâlâyaniyi sadece söze/dile ait bir günah şeklinde anlamak eksik bir bilgidir. 
Evvela bunu tasrih edelim.
İkinci olarak mâlâyaninin hükmüne dair kaynaklarda serdedilen farklı görüşlerin, öyle görünmesine rağmen bir ihtilaf sayılmadığına dikkat çekelim. Kapsamına giren fiillerin çeşitliliği, bunlardaki niyet ve fiilin yol açabileceği neticeler sebebiyle mâlâyani, fıkıh kitaplarında fuzuli mübahlardan mekruhlara, haram sınırına kadar geniş bir yelpazede değerlendirilir.

1 Şubat 2012 Çarşamba

Kitap Okuma Rüzgarı

light-pink-azalea-flower Makbul insan çok bilen insan değildir. Makbul insan Allah katında az da olsa ihlasla, takvayla amel eden insandır. Tabii dengeler yerinden oynayınca, modern toplumda makbul insan kim oldu? Çok bilen insan, çok etiketli insan, çok maaş alan, çok tüketen insan oldu… Oturduğu zaman carcar konuşan, ahkam kesen, entelektüel kapasitesi yüksek insan makbul oldu.

Kitap Okuma Rüzgarını, Modasını Yeniden Gözden Geçirmek Lazım!
Peki bu çarpılma ve çarpıtma atmosferinde özellikle biz gençlere söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Gençlere en başta tavsiyem şu: Bu dini kendi başınıza kitap okuyarak öğrenmeye kalkmayın. Kitap okumak insan olmanın sanki vazgeçilmez bir unsuru gibi. Oysa biz niye kitap okuyoruz? Bilgilenmenin bir vasıtası olarak kitap okuyoruz. Peki bilgilenmenin başka vasıtası yok mu?  Var. Bizim geçmişimizde, kültürümüzde biz kitap okuyarak bilgilenmedik. Dinleyerek, bizatihi ağızdan ağza, kulaktan kulağa şifahi bilgi ve kültür nakli vasıtasıyla bilgilendik.  İhtiyacımız kadar öğrendik, ihtiyacımızdan fazlasına itibar etmedik, ilgi duymadık.
Çünkü ihtiyaçtan fazlasını öğrendiğiniz zaman o size bir yük olur, siz onun gereğini yapmak zorunda kalırsınız. Bizim geçmişimize bakın; insanlar iki gruba ayrılır. Âvam ve havas. Âvam kendi sınırını bilir. Fazla bilginin, fazla malumatfuruşluğun peşinde olmaz. Bir yanlış yaparım diye hep endişe eder. Yanlış bir şey söylerim, bilmeden bir pot kırarım, bir günah işlerim diye endişe eder.
Onun için ihtiyaç duyduğu zaman gider, havas diye bildiği âlime sorar, velîye sorar, hocaefendiye sorar. İhtiyacı ne ise onu sorar, öğrenir ve döner gelir. Artık o insanın bilgilenme süreci burada bitmiştir. O amel etme sürecine bakar. Makbul insan çok bilen insan değildir. Makbul insan Allah katında az da olsa ihlasla, takvayla amel eden insandır. Tabii dengeler yerinden oynayınca, modern toplumda makbul insan kim oldu? Çok bilen insan, çok etiketli insan, çok maaş alan, çok tüketen insan oldu…
Oturduğu zaman carcar konuşan, ahkam kesen, entelektüel kapasitesi yüksek insan makbul oldu. Bu yüzden okuma faaliyetinden önce diriltmemiz gereken bir metodun üzerine eğilmek lazım. Nedir o? Bir bilenden, Allah korkusuna sahip bir bilenden öğrenme usulünü, tarzını, metodunu ihya etmemiz lazım. Buna önem vermemiz lazım.
Tamamı

Bunlara da göz atabilirsiniz

Blog Widget by LinkWithin