Kelam, Fırak veya Milel-Nıhel kitaplarında zikri geçen bid’at ehli kişi ve grupları nasıl bilirsiniz?
Ehl-i Sünnet âlimlerin onları tavsif ederken kullandığı bir kısım ifadeler, onların kişilikleri ve dindarlıkları hakkında bizde ne türlü bir kanaat oluşturmuştur?
Şurası bir gerçek ki, onlar arasında İslam için ihlâsla, gayretle çalışan, samimi, takvalı insanlar mevcut idi. Hatta böyleleri, sırf “ifsat” için çalışanlara kıyasla çoğunluktaydı.
İbnu’l-Murtadâ, Mutezile’nin ileri gelenlerinden Amr b. Ubeyd’in 40 sene yatsı abdestiyle sabah namazı kıldığını ve 40 kere bütün yolu yürümek suretiyle hacca gittiğini nakleder.(1)
Keza Vâsıl b. Atâ’nın, geceleri düzenli olarak nafile namaz kıldığını, bu esnada yazı malzemesinin de yanı başında hazır olduğunu, namazda kıraat esnasında itikadî çizgisine delil teşkil ettiğini düşündüğü bir ayet geldiğinde selam verdikten sonra hemen o ayeti kaydettiğini yazar.(2)
Yine Mu’tezile’nin reislerinden Ebu’l-Hüzeyl el-Allâf, münazara meydanlarında hayli tecrübe kazanmış birisidir. Muhaliflerini, çok fazla konuşmadan, birkaç cümleyle ilzam eder. Uzun zaman Mecusilerle ve diğer din ve inanç sistemlerine mensup insanlarla münakaşalarda bulunmuş ve bunun sonucunda 3 bin kişinin İslam’a girmesine vesile olmuştur. (3)
Örnekler çoğaltılabilir. Önemli olan şu ki, buna rağmen Ehl-i Sünnet ulema, onları “bid’at ehli” olarak tavsif etmekte tereddüt göstermemiş, insanları onların zararlı fikirlerine karşı sürekli uyarmayı vazife bilmiş ve kendileriyle fikrî/ilmî zeminde mücadele etmekten asla geri durmamıştır. “Bunlar İslam’a hizmet eden takvalı, samimi insanlar; hizmetlerine engel olmayalım” ya da “itikadî olarak bid’at bir çizgide olmalarını fazla büyütmeyelim” gibi bir değerlendirme yapan Ehl-i Sünnet bir âlim olmamıştır…
Şüphesiz bu, sebepsiz değildir. Bid’at ehli, Sünnet’e tabi olmayı terk edip hevasının peşine düşünce hem kendisi sapmakta, hem de ardından gidenleri saptırmaktadır. Zira hadiste bid’atin dalalet olduğu açıkça ifade buyrulmuştur.(4)
Öte yandan her bid’atçi, bid’atini terviç etmek için Şer’î delillere dayanır; Kur’an ve Sünnet’ten, davasını desteklediğine inandığı dayanaklar temin etmekten geri durmaz. Bu realiteye dikkat çeken İmam eş-Şâtıbî’nin, “Çoklarını dalalete sevk eder; çoklarını da hidayete götürür” mealindeki 2/el-Bakara, 26. ayeti zikretmesi son derece düşündürücüdür.(5)
Bid’at ehlinin Sünnet’e temessükü terk etmesinin, meselenin püf noktasını oluşturduğunu söyleyebiliriz. Şüphesiz bu, Sünnet’e açıktan cephe almak şeklinde gerçekleşmez. Hadislerin içine uydurmalar karıştığını söyleyerek bütün bir Hadis alanını şüphe ve zan altına sokmak, bu noktada sıkça rastladığımız bir tavırdır. Keza hadislerin akla ve Kur’an’a aykırılık teşkil etmemesi gerektiği söylemi de hayli işlevseldir. (Bu noktada Hanefîler’in tavrına atıf yapılması sadece bir atraksiyondur. Zira Hanefîler’in “akla ve Kur’an’a aykırılık”tan anladığı ile onlarınki arasında isim benzerliği dışında ortak nokta yoktur.)
Geçmişte yaşayan bid’at ehli ile bugünküleri birbirinden ayıran önemli bir durum var: Geçmişte yaşayanların bid’at ehli olduğu konusunda zihinlerde herhangi bir şüphe ve tereddüt mevcut değildi.
Dr. Ebubekir SİFİL
(1) İbnu’l-Murtadâ, Tabakâtu’l-Mu’tezile, 36.
(2) A.g.e., 31-2.
(3) A.g.e., 44.
(4) Müslim, “*****u’a”, 43; Ebû Dâvud, “Sünne”, 5; en-Nesâî, “Iydeyn”, 21…
(5) el-İ’tisâm, 99.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder