“Gönlün yitirdiği hikmet kumaşı, gönül ehlinin katında ele geçer.”
“Katı taş olsan, mermer kesilsen bile, bir gönül sahibine ulaştın mı inci olursun.”
“Kuş, ancak kendi cinsinden kuşlarla uçar.”
“Allâh ile oturup kalkmak isteyen kişi, velîler huzûrunda
otursun. Velîlerin huzûrundan kesilirsen, helâk oldun gittin demektir.”
“(Sâlih) insanlarla dost ol (ki sâdıklar kervanı çoğalsın).
Çünkü bu kervan ne kadar kalabalık ve cemaati çok olursa, yol kesenlerin
(isyankârların) beli o kadar kırılır.”
Hz.Mevlana
5 Aralık 2012 Çarşamba
28 Kasım 2012 Çarşamba
Ömer Nasuhi Bilmen Efendinin Papaz Karşısında ki Duruşu
O zaman İstanbul'da bir
patrik vardı. Amerika'dan buraya reis-i cumhurun uçağıyla gelmişti.
İstanbul'da Fatih'in türbesi açıldığı zaman o da buradaydı. Türbenin
kapısı açılırken Rumca bir konuşma yaptı. Nureddin Topçu da Türkçe bir
konuşma yaptı.
Fazla kalabalık bir merasim değildi. 40 ya da 50 kişi ancak vardı. Bu Patrik geldiğinde İstanbul müftülüğünü ziyaret etmiş. Aradan bir müddet geçtikten sonra o zamanki İstanbul valisi Fahrettin Kerim Gökay: "Efendi hazretleri, bir nezaket ziyareti arz etmez misiniz?" diyor.
Ömer Nasuhi Efendi, "O bizim kapımıza gelmekle mükelleftir. Ben onun kapısına gidemem. O bizim kapımızın zimmîsidir" diyor. Aradan bir süre geçtikten sonra vali Gökay tekrar arıyor. Bu arada, Fahreddin Kerim Gökay namazını kılardı. Ben bunu biliyorum. Abisi sabah namazı için Fatih Camii'ne cemaate gelirdi. Mütedeyyin bir kimseydi.
Bunlar Tatardır. Vali Gökay telefonda diyor ki: "Patrik bizi ziyarete gelecek. Siz de teşrif etseniz de bir mülakat hâsıl olsa."
Ömer Nasuhi Efendi, "İstanbul valisi olarak zat-ı âlînizi ziyarete gelirim. Lakin resmî müftü kıyafetimle gelmemde bir mahzur var mıdır?" diyor.
Bakınız o mütevazı hocaefendi neyi düşünüyor… Vali, "Hayhay efendim, tabii ki gelebilirsiniz" diyor.
Ömer Nasuhi Efendi, kayınpederime, "Senin cübben güzel, iyi bir cübbe. Sen onu bana ver, sarığımı sararım. O şekilde giderim" diyor. Nihayet görüşme zamanı geldiğinde Fikri Efendi'yi (Aksoy) de yanına alarak valiliğe gidiyor. Valilikteki görevlilere "Patrik geldi mi?" diyor. "Hayır, gelmedi" diyorlar.
"Öyleyse beni şu kenardaki odalardan birine alın. Patrik geldikten sonra bana haber edersiniz" diyor. Patrik gelince kendisine haber veriliyor.
Patrik içeri girip oturduktan sonra Ömer Nasuhi Efendi kemal-i azamet ve heybetiyle içeri giriyor. Patrik ayağa kalkmak mecburiyetinde kalıyor. Patrikten önce girmesi durumunda bir Müslüman müftü olarak patriğin önünde ayağa kalkma durumuna düşmemek için böyle yapıyor. İşte bizim hocalarımız böyle insanlardı. Bir de şimdiye bakın. Bizim ağalar onların kapısına kadar gidiyorlar ve Ramazan iftarı veriyorlar. Allah aşkına bu nereden çıktı?! Kime ne iftarı veriyorsunuz? İftarla istihza mı ediyoruz? İftar sofrası Allah'ın has kullarının ziyafet-i ilahiye sofrasıdır.
Emin Saraç Hocaefendi
Tamamı
Fazla kalabalık bir merasim değildi. 40 ya da 50 kişi ancak vardı. Bu Patrik geldiğinde İstanbul müftülüğünü ziyaret etmiş. Aradan bir müddet geçtikten sonra o zamanki İstanbul valisi Fahrettin Kerim Gökay: "Efendi hazretleri, bir nezaket ziyareti arz etmez misiniz?" diyor.
Ömer Nasuhi Efendi, "O bizim kapımıza gelmekle mükelleftir. Ben onun kapısına gidemem. O bizim kapımızın zimmîsidir" diyor. Aradan bir süre geçtikten sonra vali Gökay tekrar arıyor. Bu arada, Fahreddin Kerim Gökay namazını kılardı. Ben bunu biliyorum. Abisi sabah namazı için Fatih Camii'ne cemaate gelirdi. Mütedeyyin bir kimseydi.
Bunlar Tatardır. Vali Gökay telefonda diyor ki: "Patrik bizi ziyarete gelecek. Siz de teşrif etseniz de bir mülakat hâsıl olsa."
Ömer Nasuhi Efendi, "İstanbul valisi olarak zat-ı âlînizi ziyarete gelirim. Lakin resmî müftü kıyafetimle gelmemde bir mahzur var mıdır?" diyor.
Bakınız o mütevazı hocaefendi neyi düşünüyor… Vali, "Hayhay efendim, tabii ki gelebilirsiniz" diyor.
Ömer Nasuhi Efendi, kayınpederime, "Senin cübben güzel, iyi bir cübbe. Sen onu bana ver, sarığımı sararım. O şekilde giderim" diyor. Nihayet görüşme zamanı geldiğinde Fikri Efendi'yi (Aksoy) de yanına alarak valiliğe gidiyor. Valilikteki görevlilere "Patrik geldi mi?" diyor. "Hayır, gelmedi" diyorlar.
"Öyleyse beni şu kenardaki odalardan birine alın. Patrik geldikten sonra bana haber edersiniz" diyor. Patrik gelince kendisine haber veriliyor.
Patrik içeri girip oturduktan sonra Ömer Nasuhi Efendi kemal-i azamet ve heybetiyle içeri giriyor. Patrik ayağa kalkmak mecburiyetinde kalıyor. Patrikten önce girmesi durumunda bir Müslüman müftü olarak patriğin önünde ayağa kalkma durumuna düşmemek için böyle yapıyor. İşte bizim hocalarımız böyle insanlardı. Bir de şimdiye bakın. Bizim ağalar onların kapısına kadar gidiyorlar ve Ramazan iftarı veriyorlar. Allah aşkına bu nereden çıktı?! Kime ne iftarı veriyorsunuz? İftarla istihza mı ediyoruz? İftar sofrası Allah'ın has kullarının ziyafet-i ilahiye sofrasıdır.
Emin Saraç Hocaefendi
Tamamı
26 Kasım 2012 Pazartesi
Hak din yalnız İslam’dır
Hak din yalnız İslam’dır.
Al-i İmran 19
İslam dininden başka din isteyenlerin, dinlerini Allah kabul etmez. Bunlar ahirette en büyük zarara uğrayacaklardır.
Al-i İmran 85
22 Kasım 2012 Perşembe
Ümmetimden bir topluluk (kıyamete kadar)
Allah'ın emrini ayakta tutmaya devam ederler.Onları terk edenler ve
muhalif davrananlara kendilerine bir zarar veremez.Bu, Allah'ın
(kıyamet) emri gelinceye kadar devam eder.Onlar insanlara devamlı üstün
gelirler.
Müslim İmamet,53;
Tirmizi fiten 27..
19 Kasım 2012 Pazartesi
Kadere İnanmak
Ellerini de uylukları üzerine koyduktan sonra: “Yâ Muhammed! Bana İslâm’ın ne olduğunu haber ver!” dedi. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem):
“İslâm; Allâh’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in de Allâh’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman ve yol (külfetleri) cihetine gücün yeterse Beyt’i haccetmendir.” buyurdu. O zat: “Doğru söyledin.” deyince biz buna hayret ettik, çünkü hem soruyor, hem de tasdik ediyordu.”
Sonra o şahıs: “Bana îmandan haber ver!” dedi. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Allâh’a, Allâh’ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe inanman, bir de kadere; hayrına, şerrine inanmandır” buyurdu. O zât yine: “Doğru söyledin.” dedi. (Müslim, Îman:1, no:8, 1/36-37,
Kaynak
Kaynak
13 Kasım 2012 Salı
KUR'AN'DAKİ SÜNNET
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin; Resul'e ve
sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Herhangi bir konuda ihtilafa
düşerseniz, eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız onu Allah'a
ve Peygamber'e arz edin. Bu hem hayırlı, hem de sonuç itibariyle daha
güzeldir."[2]
Bu ayetteki "itaat" vurgusu, "itaat edin"
ifadesine Allah Teala ve Hz. Peygamber (s.a.v) hakkında tekrarlı bir
şekilde yer verilmesinde kendisini göstermektedir. Ayetteki vurgu sadece
bundan ibaret değildir. Burada mü'minler için şiddetli bir uyarı da yer
almaktadır: Ayet, eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, aranızda
çıkan ihtilaflı işlerin çözümünü Allah Teala'ya ve O'nun Resulü'ne
götürün" demektedir. Demek ki, böyle yapmayanların iman iddiası havada
kalmaya mahkûmdur.
Tamamı
Tamamı
27 Ekim 2012 Cumartesi
Ehl-İ Kitap Cennete Girer Mi?
Cennete yalnız Müslüman olanlar girer. Hud suresi 16. ve Tevbe suresi 17. âyet-i kerimelerinde, gayrimüslimlerin iyi amellerinin hiç fayda vermeyeceği, Muhammed aleyhisselama tâbi olmadıkları için Cehennemde sonsuz kalacakları bildirilmektedir. İyi işlere, ibadetlere sevap verilebilmesi için düzgün iman sahibi bir Müslüman olmak şarttır. Kitab-üt-tevhid
Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
Eğer Ehl-i kitap [Kur'ana ve Muhammed aleyhisselama] iman edip [kötülükten] sakınsaydı, günahlarını örter, nimetleri bol Cennetlere koyardık. Maide 65
İman edenlere en şiddetli düşmanlık edenler Yahudi ve müşriklerdir. Maide 82
Ehl-i kitap "Yahudi ve Hıristiyanlar hariç hiç kimse Cennete girmeyecek" dediler. O iddia, onların kuruntusudur. Onlara de ki "Doğru söylüyorsanız delilinizi getirin." Bekara 111
Kendi dinlerine uymadıkça, Yahudilerle Hıristiyanlar senden asla hoşnut olmazlar. Bekara 120
İbrahim, ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi; fakat o, Allah’ı bir tanıyan hanif, doğru bir Müslüman idi; müşriklerden de değildi. Al-i İmran 67
15 Ekim 2012 Pazartesi
Ümmetimin Helâki, Fena Âlimler Ve Cahil Âbidlerdendir.
Nice âlimler vardır ki, hakikî bilgiden, hakikî irfandan nasipleri yoktur. Bunlar, bilgi hafızıdır, bilgi sevgilisi değil.
Hz. Mevlana
Ümmetimin helâki, fena âlimler ve cahil âbidlerdendir.
Dârimi
Hz. Mevlana
Ümmetimin helâki, fena âlimler ve cahil âbidlerdendir.
Dârimi
4 Ağustos 2012 Cumartesi
Osmanlı'da Kuran-ı Kerim’in Tahrifini Önleme Yöntemi
Osmanlının ehl-i sünnet konusundaki hassasiyeti kitap, sünnet, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukaha’yı şeri delil olarak kabul eden devlet anlayışının tabii bir sonucudur.
Kuran-ı Kerim’in basımı, dağıtımı, öğrenimi, öğretimi, tefsiri ve tatbiki konusunda Osmanlı yönetiminin gösterdiği hassasiyet konusunda Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde binlerce belge bulmak mümkündür. Belgelere göre mukaddes kitabımızın basımı, sadece Osmanlı Devlet Matbaası tarafından yapılmıştır. Böylece Kuran-ı Kerim’in tahrifine yönelik sinsi girişimler önlenmiş, basımında ve dağıtımında gerekli hürmetler gösterilmiştir.
Osmanlı Sultan ve devlet adamlarının emri ile Topkapı, Dolmabahçe, Çırağan ve Yıldız Sarayları’nda; Sultan Ahmet, Süleymaniye ve Bayezid gibi İstanbul’daki Selâtin camiilerinde, Konya Kapı Camii, Edirne Selimiye, Şam Emeviyye Camii gibi Osmanlı ülkesindeki büyük camilerde, Kâbe-i Muazzama ve Ravza-i Mutahhare’de her gün, her saat, her an daimi Kuran-ı Kerim hatimleri yaptırılarak, başta Resûlullah (SAV) Efendimizin ve Ashab-ı Kiramın mübarek ruhları olmak üzere tüm Müslümanların ruhlarına hediye edilmiştir. Bu faaliyetler için vakıflar yapılmıştır.
30 Temmuz 2012 Pazartesi
29 Temmuz 2012 Pazar
Büyüklük Taslayan Âlimler
Kıyamet gününde insanların en çok nadim (pişman) olanı, ilmi ile büyüklük taslayan âlimler olacaktır.
İbrahim bin Utbe
....
....
Bildiğimizi zannetmemiz öğrenmemizin en büyük düşmanıdır
22 Temmuz 2012 Pazar
Rabıta" Küfür Diyenlerin Kendileri Küfürdedir
Rabıtanın şirk ve küfür ithamına gelince rabıta edilen şahsın buna ehil olup olmadığı davası bir yanda dursun, prensip olarak bu işi inkar etmek,
Allah Resulünün ruhaniyetinden, Hazreti Ebûbekir, Abdülhalık Gucdevâni, Şah-ı Nakşibend, Ubeydullah Ahrar, İmam-ı Rabbani, Mevlânâ Hâlid ve daha nice büyüklerin ruha-niyetine kadar topyekün mana âlemini reddetmeye ve bütün bu büyükleri küfürle suçlandırmaya varacağından, küfrün ta kendisidir. Yani "Rabıta" küfür diyenlerin kendileri küfürdedir.
Allah Resulünün ruhaniyetinden, Hazreti Ebûbekir, Abdülhalık Gucdevâni, Şah-ı Nakşibend, Ubeydullah Ahrar, İmam-ı Rabbani, Mevlânâ Hâlid ve daha nice büyüklerin ruha-niyetine kadar topyekün mana âlemini reddetmeye ve bütün bu büyükleri küfürle suçlandırmaya varacağından, küfrün ta kendisidir. Yani "Rabıta" küfür diyenlerin kendileri küfürdedir.
Son devrin din mazlumları
Necip Fazıl K.
Sh:276-277
8 Temmuz 2012 Pazar
Üstad Necip Fazıl’ın İbni Teymiyye Değerlendirmesi
Şimdi bütün bu yolu kaybedişlerin, çamura saplanışların, her şeyi beş hasseden ibaret kuru akıl çerçevesine döküşlerin; ona da nasıl inandıkları ayrı bir mesele teşkil etmek üzere “Nas-Kur’ân hükmü” dışında hiç bir şey kabul etmeyişlerin ve Kur’ân’ı kuru akla göründüğü gibi ele alışların baş temsilcisi İbn-i Teymiyye‘ye sıra geliyor.
Sekizinci Hicrî Asrın bu kuru kafası, kendisinden birkaç asır ilerideki Vehhabîliğe, ondan 1 asır sonra da Mısırlı Muhammed Abduh ve Efganlı Cemaleddin’e (Cemaleddin-i Efganî) uzaktan ve yakından ana zemini kurmuş ve İslâmı yıkılmak üzüre bir bina farzedip onu dışından payandalamak isteyen daha sonraki (reform)culara doğrudan doğruya veya dolayısiyle dayanak olmuştur.
Bir âlim, evet… Fakat… Kuru, hedefini şaşkın, sır âleminin vecde düşürücü müşahedesini kaybetmiş ve derinliğine hikmet ufuklarını karanlığa boğmuş bir ilim, hiçbir şey bilmemekten daha kötüdür. îbn-i Teymiyye bu ikinci sınıfın baş örneğidir; ve mesleği, kısaca, şeriati dış çehresiyle ele almak, onu uzunluğuna ve genişliğine ele alırken derinliğinden mahrum ederek hacimden uzaklaştırmak ve satıh haline getirmek ve bu yolda İslama bir nevi maddecilik ve kuru akılcılık getirmeye kalkışmış olmaktır. Yâni İbn-i Teymiyye, şeriati doğrulayıcı akla, onun gördüğünden-ötesini kabul etmemekle, farkında olmaksızın bir nevi selâhiyet ve hâkimiyet tanımış oluyor ki, akla böyle bir selâhiyet ve hakimiyet tanımak, hem aklı, hem imanı anlamamak ve dalâletin en dipsizine düşmek oluyor.
Eğer insan “ben Kur’an-ı aklımla tefsir ederim” dese de tefsiri Beyzavî Tefsirinin aynı olsa yine küfürdedir.
Aynı akılla Allah’ı inkâr edenler, ters tarafından İbn-i Teymiyye ile aynı daire içinde mahpusturlar. Bu bahis gayet girift ve uzundur ve İbn-i Teymiyye mektebinin bazı ihtilâtları, hattâ son zamanlarda yurdumuzda talebe kaydetmeye kadar giden sirayetleri ve kolayca yerleşme avantajı bakımından ne kadar üzerinde durulsa yeridir.
Akla bahşedilen öyle bir kolaylık ve ucuzluk ki, yarım akıllara İlâhî esrara karşı bir nevi horozlanma sevdasını veriyor, İlâhî esrarı çözülmüş şifre kâğıtları halinde sepete attırdığının farkında olmuyor; ve işte bu haliyle günümüzde İslâm Enstitülerine kadar sızmış ve bazı gruplar arasında modalaşmış bulunuyor.
Tasavvufu inkâr etmek, Resuller Resulünün ruhâniyet ve bâtınını tanımamaya varır ki, hem de sözde şeriatten yana görünmenin maskesi altında topyekûn ve en hain şekilde küfre ulaşır. Bu gibilerin (diyalektik) tekerlemeleri ise, (Sokrates)in buluşiyle, flüt çalana inanıp da flüte inanmamak derecesinde hayalî bir abes ve hamakat teşkil eder. Anlaşılmaza inanıyor da onun tecellilerindeki sırrîlik ve gizliliğe inanmıyor!!!
Koca İmam-ı Gazalî… Aklı akılla tükettikten sonra şöyle der:
“- Aklın hudut noktasına vardım ve gördüm ki, onunla erişmek boş hayâl… Peygamberin ruh feyzine yapışmaktan ibaret her şey… Öyle yaptım ve kurtuldum. Peygamberlik tavrı aklın ötesidir.”
Bunlarsa aklı tüketip ötesine geçenler değil, en iptidaî aklın tükettikleri…
Kocakarıların hayâl aynasındaki mevhum çizgilerle, Allah’ın esrar perdesindeki sonsuzluk nakışları ve tasavvufun sahtesiyle gerçeği arasında ayırd edici meleke, işte İbn-i Teymiyyede mevcut olmayan selim akıl ve mümîn kalbleri ışıldatıcı ilâhî nurdur. Nur yoksunu, o…
Türkiye'nin Manzarası
Necip Fazıl Kısakürek
6 Temmuz 2012 Cuma
Ne Yapılmak İstendiğini Açık Yüreklilikle İslamoğluna Sordu
Kader ve Kaza meselelerinin Müzâkere edildiği 22 Haziran 2012 Tarihli İlm-i Hâl Programında Hasan el-Basrî'nin (Rahimehullah) Kader ve Kaza ile ilgili görüşlerinden bahsedildikten sonra Kader Risalesi olarak bilinen mektubun Hasan-ı Basrî'ye aidiyet (mevsukiyeti) konusuna değinildi.
Ebubekir Sifil, İslamoğlu tarafından şerh edilen risale ile kendi ellerinde bulunan risalenin aynı olmadığını beyan ettikten sonra Ne yapılmak istendiğini açık yüreklilikle İslamoğlu'na sordu ...!!!
Ebubekir Sifil, İslamoğlu tarafından şerh edilen risale ile kendi ellerinde bulunan risalenin aynı olmadığını beyan ettikten sonra Ne yapılmak istendiğini açık yüreklilikle İslamoğlu'na sordu ...!!!
5 Temmuz 2012 Perşembe
Türkleri Yok Etmenin Gizli Planları
Yunan isyanı patlak verdiği günlerde Patrik Gregorius Ruslarla mektuplaşarak Türklerin nasıl yok edileceğine yönelik komplo planlarının ele geçirilmesi idi. Nitekim Patrik Gregorius, Rus Çarı I. Aleksandr’la gizlice mektuplaşmış; mektupların birinde, "müşterek düşman" gördükleri Türklerin nasıl yok edileceğine dair tavsiyelerini dile getirmişti.
Türkiye’de bulunduğu süre içinde Türklük aleyhine epey faaliyetlerde bulunmuş olan Rus Elçisi General İgnadyef, hatıratında, bu mektupla ilgili olarak şunları söyler:
"Mahmud Nedim Paşa’nın, Sadrazamlıktan istifa ettiği gün Patrikhaneye gitmiştim. Patrik Germanos, sohbetimiz sırasında Patrikhane’deki inşaat esnasında çıkan bir sandık içinden, Sultan Mahmut zamanında Yunan istiklaline yardım suçuyla asılan selefi Gregorius’un o zamanki Çarımız Aleksandr’a gönderdiği bir mektubun müsveddesini bana okudu. Ele geçtiği zaman Germanos’un bile felaketine sebep olabilecek bu mektup, ölen Patrik’in, Türkleri dünya siyasî ve askerî hayatından korkulacak bir varlık olmaktan çıkaracak, hatta bağımsız bir millet olabilmekten mahrum edecek çok dikkate değer tavsiyeler içermekteydi. Benim Osmanlı Devleti nezdinde vazifede olduğum esnada (1864–1878) bu teşhisler tamamen isabetle tecelli etti"
Fener Patriği Gregorius’un, Türkleri içerden yok etme düşüncelerini taşıyan bu vesikayı ibret nazarlarınıza sunuyoruz:
"Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü, Türkler çok sabırlı ve dayanıklı insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet–i nefs sahibidirler. Bu hasletleri de dinlerine olan bağlılıklarından ve kadere rıza göstermelerinden, geleneklerinin kuvvetinden; padişahlarına, kumandanlarına, büyüklerine olan itaat duygularından gelmektedir.
Türkler zekidirler ve kendilerini müspet yolda sevk ve idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri hatta kahramanlık ve şecaat duyguları da geleneklerine olan bağlılıklarından, ahlâklarının selabet ve safiyetinden, bilhassa dinî ve manevî hayatlarının tanzim ve tedvin eden şahsiyetlere olan bağlılık ve hürmetlerinden gelmektedir.
Türkleri evvela bu din ve manevî şahsiyetlerinden mahrum bırakmak, buhran anlarında irşâd vazifesini ifa edecek şahsiyet ve mihraklardan nasipsiz kılmak icap eder. Bunun da kestirme yolu dinî ve manevî hayatı temsil eden teşkilat ve şahsiyetleri, milletleri üzerinde etkili kudret olmaktan çıkartmaktır. Halkı da millî ve manevî geleneklerine uymayan dış telkin ve fikirlerle tahrip etmektir.
Türkler dış yardımı reddederler, haysiyet duyguları buna manidir. Velev ki, geçici bir zaman için zahiri kuvvet verse de, Türkleri dış yardıma alıştırmalıdır.
Maneviyatları sarsıldığı gün kendilerinden şeklen çok kuvvetli, kalabalık ve zâhiren hakim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddi vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olacaktır..."
Fener Patriği Gregorius’un, Türkleri içerden yok etme düşüncelerini taşıyan bu vesikayı ibret nazarlarınıza sunuyoruz:
"Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü, Türkler çok sabırlı ve dayanıklı insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet–i nefs sahibidirler. Bu hasletleri de dinlerine olan bağlılıklarından ve kadere rıza göstermelerinden, geleneklerinin kuvvetinden; padişahlarına, kumandanlarına, büyüklerine olan itaat duygularından gelmektedir.
Türkler zekidirler ve kendilerini müspet yolda sevk ve idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri hatta kahramanlık ve şecaat duyguları da geleneklerine olan bağlılıklarından, ahlâklarının selabet ve safiyetinden, bilhassa dinî ve manevî hayatlarının tanzim ve tedvin eden şahsiyetlere olan bağlılık ve hürmetlerinden gelmektedir.
Türkleri evvela bu din ve manevî şahsiyetlerinden mahrum bırakmak, buhran anlarında irşâd vazifesini ifa edecek şahsiyet ve mihraklardan nasipsiz kılmak icap eder. Bunun da kestirme yolu dinî ve manevî hayatı temsil eden teşkilat ve şahsiyetleri, milletleri üzerinde etkili kudret olmaktan çıkartmaktır. Halkı da millî ve manevî geleneklerine uymayan dış telkin ve fikirlerle tahrip etmektir.
Türkler dış yardımı reddederler, haysiyet duyguları buna manidir. Velev ki, geçici bir zaman için zahiri kuvvet verse de, Türkleri dış yardıma alıştırmalıdır.
Maneviyatları sarsıldığı gün kendilerinden şeklen çok kuvvetli, kalabalık ve zâhiren hakim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddi vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olacaktır..."
30 Haziran 2012 Cumartesi
Modernite, Zahirde/Dış Dünyada Olduğundan Daha Fazla, “Bilinçaltı” Seviyesinde Hakimiyet Kurmuştur Üzerimizde.
Müslümanlar modern çağa gerektiği ölçüde mukabelede bulunabiliyor mu? Bu soruya gönül rahatlığı içinde “evet” demek isterdik. Ama realite yazık ki buna izin vermiyor. Modernite, zahirde/dış dünyada olduğundan daha fazla, “bilinçaltı” seviyesinde hakimiyet kurmuştur üzerimizde. Dolayısıyla ona gerektiği gibi mukabelede bulunmak ancak Müslüman bireyin bilinçaltının İslamî kodlarla yeniden inşa edilmesiyle mümkün olabilecektir.
Peki bunu kim/ne yapacak?
Zannedildiğinin aksine bunu Kur’an ve sünnet “doğrudan” yapmaz. Zira Kur’an ve sünnet bizim hayatımıza İslamî ilimler vasıtasıyla girer. İslamî ilimler olmadan Kur’an ve sünnetin rehberliğinden muradullah ve murad-ı Resulullah istikametinde istifade etmek mümkün değildir.
İslamî ilimlerin Kur’an ve sünnetin rehberliğinden bihakkın istifadenin yegâne zemini olduğu tespitinin detaylı temellendirmesini başka yazılara bırakarak burada bir noktaya dikkat çekmek istiyorum.
Buradaki “İslamî ilimler” vurgusu, zannedildiğinin aksine, hadis, fıkıh ve tefsirden önce, iki disiplini hedefler: Usul-i Din ve Usul-i Fıkıh.
Usul-i Fıkıh, Kur’an, sünnet ve diğer referanslardan Müslüman’ca bir hayatın istintaç edilmesini (yani bir anlamda pratiği) temin ederken, Usul-i Din (kelam, akaid) ilmi Müslüman bilincinin/algısının parametrelerini ortaya koyar; varlığa ve eşyaya ilişkin değerlendirmelerimiz bu zeminde vücut bulur.
Modern zamanlarda ümmet, Kur’an ve sünnetle irtibatını yeniden canlı kılma ve hayatı yeniden Kur’an ve sünnet zemininde inşa etme iradesini gösterirken, bunun nasıl olacağı sorusunun cevabı üzerinde yeterince ciddiyet göstererek durduğumuzu söylemek zor.
Evet, Kur’an’a tefsir ve hadis kitaplarına şerh yazma faaliyeti bugün de devam ediyor; fıkıh konusunda ihtisas sahibi olanlar fetva vermeye ve ümmetin aktüel problemlerine çözüm üretmeye devam ediyor. Ama bütün bunlar olup biterken ayağımızı “gerçek anlamda” Usul-i Din ve Usul-i Fıkıh zeminine basıyor muyuz, işte burası tartışmalı.
Tartışmalı; zira aksi olsaydı Kur’an’a tefsir yazanlarımız Ehl-i Kitab’ı Cennet’e gönderme garabetine düşmez, hadislerle iştigal edenler mezhep düşmanlığı illetine düçar olmaz, fetva verenler “İslam’a göre mi, mezheplere göre mi” gibi sanal tezatlar üretmezdi… Anormalliğin, burada örnek kabilinden zikrettiğim durumlarla sınırlı olmadığı ehlinin malumudur.
Söz konusu anormalliğin ortadan kaldırılması, “asleyn”in, yani Usul-i Din ile Usul-i Fıkıh disiplinlerinin yeniden ve “etkin biçimde” gündeme sokulmasıyla mümkün olabilecektir.
İşte Said Fûde’yi önemli kılan da bu! Filistin asıllı Ürdünlü araştırmacı Fûde, Amman’da başında bulunduğu ilmî müesseseler ve etkin biçimde kullandığı internet vasıtasıyla ümmetin dikkatini, ayağımızı basmamız gereken gerçek zemine çekmeye adamış kendisini. Genç yaşına rağmen (henüz 45-46 yaşlarında) oldukça velud. Telif ettiği veya tahkik ederek ta’lik yazarak neşrettiği eserlerin adedi 80′i aşmış durumda.
……
Said Fûde bu bayrağı İslam dünyasında neredeyse tek başına taşıyan isim. Bu toprakların Said Fûde’leri nerede?
Etiketler:
Ehli Sünnet,
İlim,
İslam,
İtikad,
Mezhepsizlik,
Modernite
26 Haziran 2012 Salı
Ehl-İ Sünnet Anlayışı Yıprandı
Ehl-i sünnet kendini üretken kılan bir mekanizma iken biz onu sürekli tükettik. Ehl-i sünnet söylem kendi kendisini tüketti, yıprattı, gözden düşürdü, çok kötü örnekler gördük gerçekten. Ehl-i sünnet kavramını diline dolayarak bir takım şeyler yapan insanların toplum üzerindeki imajları, intibaları çok kötü -bir kısmının tabii.- Dolayısıyla bu hem “Ehl-i sünnet” kavramını yıprattı hem de muhteva olarak bunun içinde ne olup bittiği konusunda bir imal-i fikir yapılmadığı için bunu tükettik biz.
Günümüz Ehl-i sünnet dünyasında ilmi, itikadi, dini hareketler, cereyanlar, oluşumlar hakkında ne söyleyebiliriz?
Bizi Ehl-i sünnet olarak farklı kılan bir söylemimiz var mıdır? sorusunu sorsak genellikle olumsuz cevap alırız.
Mesela şöyle desek: “Tüm bu oluşumlar çerçevesinde İran’daki bir şii Müslüman ile Türkiye’deki bir sünni Müslümanın tesbitleri arasında nasıl bir farklılık vardır?” desek kolay kolay farklılık gösteremeyiz; çünkü söylem, fikir kendini ehl-i sünnet patenti ile o doğrultuda şekillendirmemiş. Çok genel-geçer, bir söylem var, bunun ehl-i sünnet ya da şii karakterli olması pek bir şeyi değiştirmiyor. Ama meseleye ehl-i sünnet zemininde baksanız, tepkileriniz, tespitleriniz o zeminde şekillense çok farkı bir şey çıkacak ortaya. Mesela biz, “Kuran’ın tarihsel bir metin olduğunu” söyleyenlere tepki verirken bir ehl-i sünnet olarak mı tepki veriyoruz, yoksa Müslümanların genel anlayışını esas alarak mı tepki veriyoruz?
“Hadis rivayetlerinin çok kuşkulu olduğunu, hadislerin oluşturduğu alanın çok tekinsiz bir alan olduğunu” filan söylerken neyi esas alıyoruz, ayağımızı nereye basıyoruz?
Ehl-i sünnet dışı bir zemine basıyoruz. Bu kesin. Ehl-i sünnet olarak baksak farklı bir şey söyleyeceğiz. Bu, aktüel hemen her İslami konu için böyledir. Ama bu iradeyi gösteremiyoruz. Ehl-i sünnet olmak bize sadece muhafazakâr çizgimizi korumada ve o çizgi üzerinden ekonomik, sosyal, siyasi bir takım işler yapmaya zemin hazırlıyor. Bunu mümkün kılıyor. Bu söylemin bizim için aktüel değeri bu. Atamızdan, dedemizden gördüğümüz bir şeyi muhafaza hassasiyeti de eklenebilir buna belki, ama bu kadar!..
22 Haziran 2012 Cuma
Ben Ehl-İ Sünnetim Demek Yetmiyor
Ehl-i sünnet tarih içinde kendini hep canlı tutmuş, hep güncellemiş… Yeni durumlara karşı ayağının birini pergel olarak sabitlediği noktada ne söylemesi gerekiyorsa onu söylemiş bir hareket. Onun için bizim özellikle akaid ve kelam konusunda eser vermiş alimlerimiz kendi yaşadıkları dönemdeki bidat faaliyetlerle ile ilgili kitaplar yazmışlar. Yani günümüzde ehl-i sünnet dışı şu oluşumlar var, bunlar şunları söylüyor, temsilcileri şunlardır, grupları şunlardır diye her biri kendi döneminin fotoğrafını çekmiş.
Ama modern döneme gelince bitmiş bu faaliyet. Artık hiçbir ehl-i sünnet alim kendi dönemi için “Fırak” kitabı yazmıyor. Dolayısıyla günümüzde hangi cereyan ehl-i bidatın patentini taşıyor, hangi cereyan ehl-i sünnettir yahut ehl-i sünnet bu yeni oluşumlara karşı ne söyler, bu konuda bir fikir berraklığı bir netlik yok. Ehl-i sünnet olduğunu söyleyen insanlara çok büyük bir yük, çok büyük bir mükellefiyet düşüyor burada. “Ben ehl-i sünnetim, Allah bir, peygamber bir” demek yetmiyor. Aktüel tartışmalara, dini ve itikadi problemlere ehl-i sünnet zeminde cevaplar üretmek zorundayız.
Bu ülkenin ilahiyat fakültelerinin kelam ana bilim dallarında ekmek yiyen insanlar, bu milletin vergileriyle ekmek yiyen insanlar bu milletin inançlarını tahrip etmekle meşgul.
18 Haziran 2012 Pazartesi
17 Haziran 2012 Pazar
İlahiyat’da “Alim Yetişmez, Din Münekkidi Yetişir.
Geleneksel eğitim kurumlarının (Külliyelerin, tarikatlerin, tasavvuf kurumlarının) tarih içinde hayli yıprandığı da yapılan eleştirilerden. Siz bu eleştirilere katılıyor musunuz?
İnsanın olduğu her yerde her zaman arıza vardır, her zaman eksiklik, hata, yanlışlık vardır. Bunun böyle olması, oranının şöyle ya da böyle olması hiçbir zaman kökten kazınmasını gerektirmez. Hata varsa ıslah edersiniz, arıza varsa tamir edersiniz…
Bu böyle oldu diye bunu kökten kaldırırsanız, medreseyi kaldırıp yerine ilahiyat fakültesini kurarsanız, “alim yetişmez, din münekkidi yetişir.”
Bu merhum Ali Fuat Başgil’in tespitidir. Türkiye’de ilk ilahiyat fakültesi açıldığında müfredatına bakmış, kuruluş mantığına bakmış, demiş ki, “Bu okullardan din alimi yetişmez, din münekkidi (din tenkitçisi) yetişir.”
İlahiyat fakültelerinden bol bol din tenkitçisi yetişiyor. Tefsir kürsülerinde tefsirin altını oyan, hadis kürsülerinde hadisleri tenkit eden, fıkıh kürsülerinde fıkhı tahrip eden insanlar var. Vaziyet bu. Kuruluş mantığı neyse o mantığa göre insan yetişiyor. Tabii ki hepsini kastetmiyoruz. Aralarında istisna olanları tenzih ederek söylüyoruz. Ama medrese böyle değildir. Medrese alim yetiştirmek için kurulmuş ve o esaslar doğrultusunda o mantıkla içi doldurulmuş bir müessesedir. İslam alimi oradan yetişir. Medreseleri ıslah diye bir şey Osmanlı’da da belli bir dönemden sonra gündeme gelmiş bir meseledir. Ama unutmayalım: Osmanlı’nın son dönemlerinde yetişmiş alimlerin yazdığı eserler bile bugün bizim ilahiyat fakültelerimizde kaynak olarak kullanılıyor.
Ebubekir Sifil
Ebubekir Sifil
11 Haziran 2012 Pazartesi
Çocuklarımız Kime Teslim?
Türkiye’nin yaşadığı tam anlamıyla “baş döndürücü” değişim ve dönüşüm süreci, “İslamî kesim”in de paralel bir değişim ve dönüşüm geçirmesi anlamına geliyor. Sadece çevreden merkeze doğru bir akışı değil, aynı zamanda “din algısı”ndaki kırılmayı da ifade ediyor bu süreç.
İlahiyat fakültelerinin sayısı her geçen gün artıyor. Yanılmıyorsam 63′e ulaştı rakam. Yanı sıra İmam Hatip okullarına rağbet de, buna bağlı olarak İmam Hatip okullarının sayısı da artıyor. Halkın tercihini inanç ve değerleri lehine kullanmasında şaşılacak bir durum yok. Yaşananlar, yokuşa aksın diye zorlanan suyun mecrasını bulmasının ifadesi. Seküler çevrelerin “dindarlaşma artıyor” tesbitinin aslı bu.
Ne var ki yaşananlara biraz yakından baktığımızda bu sürecin bizi farklı bir istikamete doğru yönlendirmekte olduğunu görüyoruz. Artmakta olan dindarlığın içinde ne var? Milletimiz gerçek anlamda kökleri üzerinde yeri bir ihya süreci mi yaşıyor, yoksa yaşanan durumun adını “inşa” koymak daha mı isabetli?
Ben ikincisinden yanayım. Yaşanan durum “ihya” değil, “inşa” durumu. Zira “dindarlaşma” görüntüsünün üzerindeki tülü kaldırdığımızda ortaya çıkan, “kendi geçmişiyle hesaplaşma” psikolojisi. Durum böyle olunca, buradaki “inşa”nın gerçek bir inşa mı, yoksa “tahrip/tahrif” mi olduğu sorusu da anlamlı hale geliyor. İnşa diyeceksek bile bunun, yanlış bir temel üzerine yanlış bir yapı bina etmek olarak tesbit edilmesi gerekiyor.
Söz gelimi İmam Hatip lisesine dinini-diyanetini, Kur’an’ını Sünnetini öğrensin diye gönderilen çocuklarımız orada bu imkânı gerçekten buluyor mu diye baktığımızda gördüğümüz şu: İmam Hatip, 70′lerin, 80′lerin İmam Hatibi değil artık. Orada okuyan çocuklarımıza farklı bir dini algı pompalanıyor. Neredeyse artık bütün İlahiyat fakültelerinde gördüğümüz “yeni şeyler söylemek lazım” havası, kaçınılmaz olarak İmam Hatiplere de yansıyor.
Aşağıda okuyacağınız satırlar İmam Hatip lisesi 11. Sınıfta okutulan Hadis ders kitabından alıntı:
“Sevgi ve hoşgörü, Hz. Peygamberin sünnetinin özünü teşkil eder. Bu durumda kötü muamele, kabalık ve anlamsız şiddet içeren rivayetlerin ona ait olması mümkün değildir. Örneğin çocukların on yaşına geldikleri halde namaz kılmadıkları takdirde dövülmesini emreden hadis, sahih sünnete aykırıdır. (Burada, söz konusu hadisin Tirmizî’deki yerine atıf yapılıyor, E.S.) Çünkü ne Hz. Peygamberin ne de ashabının böyle bir uygulaması bilinmemektedir. Üstelik merhametiyle tanınmış bir peygamberin çocuklara şiddeti içeren böyle bir yöntemi önermiş olması düşünülemez…
Siz o genç beyinlere “şiddet” kavramının hayatımıza giriş serüvenini anlatmadan, toplumun ve bireyin maruz kaldığı modernleş-tiril-me süreçlerinin fotoğrafını vermeden bu meseleyi -bırakın çocukları- kendinize bile izah edemezsiniz. Benzer durumlar kadınla ilgili meselelerde de yaşanıyor.
Bunları alt alta koyup topladığımızda, Hadis külliyatında, Tefsir mirasında, Fıkıh müktesebatında “çürük elma” olarak görülüp çöpe atılacak yığınla “malzeme” çıkacaktır önümüze.Böyle bir “ideolojik yönlendirme”yle yetişen çocuklar, yeni nesiller kendilerinden sonra gelenlere ne anlatacaklar dersiniz?
“İmam Hatip okulları açalım”, “İlahiyat fakültelerinin sayısını artıralım” ile “dindar nesil yetiştirelim”in aynı anlama gelmediğini görmek için daha nelerin cereyan etmesi gerekiyor gözlerimizin önünde?
Dr. Ebubekir Sifil
9 Haziran 2012 Cumartesi
Ehl-İ Sünnet Dışı Kesimin Amaçları
Ehl-i Sünnet dışı bir kesim var. Amaçları hakkında ne diyebilirsiniz?
Amaçları hakkında bir şey diyemem. Niyet okuması olur. “Bunlar şöyle hain, böyle satılmış, böyle bilmem ne insanlar” diyemem. Bu samimi kanaatimdir.
Muhalif davranmak insana etiket sağlar, insanı görünür kılar, meşhur kılar. Bir kitap yazarsınız yüz bin satar… Muhalif şeyler söylemenin böyle bir avantajı vardır. Sizi meşhur eder, size para sağlar, size etiket sağlar, ekonomik-siyasi anlamda bir ikbal sağlar… Böyle şeyler oluyor bu memlekette. Ama “hepsi böyledir” diyemem, bir kısmı gerçekten samimi de olabilir. Ehl-i Sünnet dışı akımların tarihte olduğu gibi bugün de “hepsi sinsidir, hepsi haindir, hepsi vatanı milleti satmak üzere yola çıkmıştır” diyemem. Tarih içinde öyle ehl-i bidat var ki, mesela bizim Mutezile diye yerden yere vurduğumuz akım içinde öyle insanlar var ki İmam Ebu Hanife için söylenen “kırk sene yatsı abdestiyle sabah namazı kılmıştır, gece uyumamıştır, çalışmıştır, ibadet etmiştir…” tarzındaki şeyler Mutezile’nin ileri gelenleri için de söylenir. Adam Irak coğrafyasından Medine coğrafyasına on kere yirmi kere yürüyerek hacca gitmiş gelmiş. Hayatını ilme vakfetmiş, Mutezile’nin önderlerinden, Hasan Basri’nin talebesi bir zat var. Bu zat, münakaşa yoluyla, fikri mücadele yoluyla binlerce gayr-ı müslümin Müslüman olmasına vesile olmuştur. Ama bu onu ehl-i bidat olmaktan kurtaramadı. Gene ehl-i bidattır. Biz Ehl-i bidat derken bunların tamamının öyle hin, sinsi, ruhunu satılığa çıkarmış adamlar olduğunu söylemiyoruz. Bunların büyük çoğunluğu samimi insanlar. Takva sahibi, zühd sahibi insanlar. Ama istikametleri bozuk. Akideleri bozuk. Onun için ehl-i bidat olmuşlar.
6 Haziran 2012 Çarşamba
Tasavvuf Meselesi
Tasavvuf bu Ümmetin en temel varoluş alanlarından biridir. İslam coğrafyasını bir uçtan ötekine dolaşın, Tasavvuf’un izlerini görürsünüz. İster Endülüs’e gidin ister Orta Asya’ya, ister Afrika’ya uzanın ister Ortadoğu’ya, İslam coğrafyasının her karışında Tasavvuf’un rengini, tadını, kokusunu hissedersiniz. Sarayda da karşınıza çıkar, en ücra köyde de. Ulema meclislerinde de rastlarsınız ona, mahalle kahvesinde de. Dedim ya, bizim en temel “varlık alanlarımızdan” biridir Tasavvuf.
Osmanlı’da yaşanmış “Kadızadeli-Sivasi” sürtüşmesi “arızî” bir durumun ifadesidir. Tıpkı İbn Teymiyye ile başlayan ve gittikçe temelli bir “arıza”ya dönüşen arızî süreç gibi. İslam dünyasını bir baştan bir başa saran ve özellikle gençleri köklerimizden koparıp hakikatsiz, ruhsuz, köksüz, kuru, kurgusal ve haşin bir selef söyleminin anaforuna savuran bu süreç hafızalarımıza ve köklerimize kastediyor. Çok tehlikeli bir gidiş bu!
Adı anıldığında aklımıza hemen “şirk” çağrışımları eşliğinde “rabıta”, “istiğase”, “isti’ane”… meselelerinin gelmesi gibi, günümüzde yaygın olarak rastlanan kötü örnekler de, aradan geçen zaman içinde ve araya giren mesafe boyunca Tasavvuf’un hakikatinden ne kadar uzaklaştığımızı gösteriyor aslında. Modern hayat her alanı olduğu gibi Tasavvuf alanını da fena halde dejenere etti. Daha doğrusu hasbel kader adı Tasavvuf’la birlikte anılan bir kısım kişi ve çevrelerin arızalı tutumları Tasavvuf alanının bir kısım insanlar ve çevreler nezdinde tümüyle itibar kaybına uğramasına sebebiyet verdi.
Bu durumun istisnaları yok mu? Elbette ve şükür ki var. Tasavvuf’un arı-duru veçhesini her türlü tavsifin üstünde ve ötesinde yaşayanlar ve yansıtanlar, ruhunu kaybetmiş modern dünyada çok şükür ki hala etraflarına ışık saçmaya devam ediyor.
Dr. Ebubekir Sifil
Tamamı
5 Haziran 2012 Salı
Ali Şeriatî’nin 'Mumammed Kimdir ' Kitabına Reddiye
Ali Şeriatî’nin Mumammed Kimdir kitabı, 1988 Ankara baskılı. Basan Fecr Yayınevi.
Şeriatî İranlı bir şiî. Bizde İranlılara acemler derler. Dilimizdeki “Acem yalanı” sözünün sebebi de şu: Malum, Şiîlikte takiyye diye bir şey var. Takiyye; gerçek inancını gizleyip inancına ters şekilde konuşmak. Bizim dilimize bu “Acem yalanı” olarak yerleşmiş. Onun için, çok yalan söyleyen birinin sözüne inanılmaması icap ettiğini anlatmak için, “ Boşver canım. Onunkisi düpedüz acem yalanı” derler.
Ali Şerîatî Mumammed Kimdir isimli kitabında sözde Peygamberimiz’in hayatını anlatacak ya, daha önsözde “Benim bu öyküye bakış açım mezhebî îtikadlar açısından değil” diyerek okuyucuya takiyye yapıyor. Diğer bir ifadeyle acem yalanına başvuruyor. Çünkü, kitap başından sonuna kadar, söylediğinin tam tersi yazılarla dolu. Önsözde, kitabı hakkındaki ikinci yalanı da şöyle: “…her türlü taassup, taraf tutma ve pek çok araştırmanın hastalığı sayılan önyargıdan uzak…”
Önyargıdan ne kadar uzak olduğunu da aşağıda göreceğiz. Önsözde yazdığına göre Peygamberimiz’i kitabında şöyle anlatıyormuş: “…bir Müslüman olarak değil de, tarafsız, ilmî bakış açısıyla olayları değerlendiren bir düşünür olarak Muhammed’in görüntüsünü sergilemek…”
Şeriatî İranlı bir şiî. Bizde İranlılara acemler derler. Dilimizdeki “Acem yalanı” sözünün sebebi de şu: Malum, Şiîlikte takiyye diye bir şey var. Takiyye; gerçek inancını gizleyip inancına ters şekilde konuşmak. Bizim dilimize bu “Acem yalanı” olarak yerleşmiş. Onun için, çok yalan söyleyen birinin sözüne inanılmaması icap ettiğini anlatmak için, “ Boşver canım. Onunkisi düpedüz acem yalanı” derler.
Ali Şerîatî Mumammed Kimdir isimli kitabında sözde Peygamberimiz’in hayatını anlatacak ya, daha önsözde “Benim bu öyküye bakış açım mezhebî îtikadlar açısından değil” diyerek okuyucuya takiyye yapıyor. Diğer bir ifadeyle acem yalanına başvuruyor. Çünkü, kitap başından sonuna kadar, söylediğinin tam tersi yazılarla dolu. Önsözde, kitabı hakkındaki ikinci yalanı da şöyle: “…her türlü taassup, taraf tutma ve pek çok araştırmanın hastalığı sayılan önyargıdan uzak…”
Önyargıdan ne kadar uzak olduğunu da aşağıda göreceğiz. Önsözde yazdığına göre Peygamberimiz’i kitabında şöyle anlatıyormuş: “…bir Müslüman olarak değil de, tarafsız, ilmî bakış açısıyla olayları değerlendiren bir düşünür olarak Muhammed’in görüntüsünü sergilemek…”
İşte bu doğru… Peygamberimiz’i, gerçekten “bir Müslüman olarak” anlatmamış. Zaten Müslüman olarak anlatacak olsa, “Muhammed’in görüntüsü” demezdi. Ya “Hazret” ya “Aleyhisselam” veya “Peygamberimiz” derdi. Çünkü Müslümanlık Peygamberimiz’i hürmetsiz anmaya engeldir.
Şeriatî’nin, Peygamberimiz’in hayatı hakkında kullandığı ifade de şu: Muhammed’in Siyeri.
Şeriatî’nin, Peygamberimiz’in hayatı hakkında kullandığı ifade de şu: Muhammed’in Siyeri.
Şimdi, Ali Şeriatî’nin, kitabının ileriki sahifelerinde yazdıklarına madde madde bakmaya çalışalım:
1- Hazreti Ömer (Radıyallâhü anh) zamanında İslam’ın İran’a girmesini içine sindiremediği için buna bir türlü fetih diyemiyor. “Arapların saldırısı”, “Ömer’in İran’a saldırı kararı” diyor. (s.13, 14)
2- Müslümanların İran’ı fethetmeleri içine öyle oturmuş ki, bu fethi hem sıradan bir savaş gibi görüyor hem de Müslümanları vahşî kabileler olarak anlatıyor. Ona göre Müslümanlar vahşî, o zamanki imansız İran ile, Doğu Roma ise ileri bir toplum. Yine ona göre İran’ın fethi kudsî bir gayeye dayanmayan bir hegemonya. İşte sözleri: “Burada İran veya Doğu Roma’nın Araplara yenilişi söz konusu değildir. Çünkü vahşî kabilelerin medenî toplumlara saldırısı ve onlara karşı zafer elde etmesi büyük ve ileri toplumlar üzerinde hegemonya (baskı ve üstünlük) kurması, tarihte tekerrür eden bir olaydır.” (s: 15)
3- Şeriatî’ye göre Peygamberimiz Bedir Harbi’ni, “Başarı kazanamazsam yahudi ve münafıklar bana ne derler” telaşıyla yapmış. Peygamberimiz’in düşüncesini şöyle aktarıyor: “Nasıl olur da eli boş Medine’ye dönebilirdi. Yahudi ve münafıklar ne derlerdi.” (s: 29) Bedir Harbi’ne katılan Ashâb-ı kiram hakkında ise şöyle diyor: “…çoğu yağmalama hedefiyle yola çıkan bir ordu…” Yani ona göre Ashâb-ı kiram Bedir’de Allah için, din için cihad etmemiş, yağma için yola çıkmış.
4- Şeriatî, Bedir harbine iştirak eden Ashâbı kötülemeye şöyle devam ediyor: “Muhammed’in ordusunda (İfadedeki hürmetsizliğe dikkat!) bir grup, cedelleşmeye ve münakaşaya başladı. Onlar şöyle diyordu: “Biz savaş için değil ganimet için yola çıktık. Nasıl olur da 313 kişi hem de böyle sınırlı bir techizat ile, savaşa hazır, kılıç kuşanmış bin kadar savaşçıya karşı, mutsuz ve ümitsiz bir harbe girilebilir diyordu.” (s: 32) Bedir ordusundaki Ashâb-ı kiramı, içten içe kaynayan, ihanet etmek için fırsat kollayan kimseler olarak anlatıyor: “Muhammed… (Hazret demiyor) öyle güzel koordine etti ki, kimseye bir an bile olsun, ihaneti düşünme fırsatı vermedi.” (s: 32)
5- Ashâb-ı kiramın büyüklerini bile değişik tevhid anlayışı taşıyan, ayrı ayrı inanca sahip olan kimseler olarak gösteriyor:
“Ebûbekir’in tevhid anlayışı…
Bilal’in tevhid anlayışı..
Evet bu iki tevhid anlayışı arasındaki fark, Bedir’de iyice kendini gösterdi.” (s: 36)
Allah’ın rızasından başka bir şey düşünmeyen Bedir aslanlarını kötülemeye devam ediyor:
“Kin ve intikam ateşi daha da büyümekteydi… Peygamberin ünlü dost ve yardımcısı Ebû Huzeyfe intikam ve kin ateşi içinde yanıyordu.” (s: 40)
6- Kendi isteğinin tersine zaferle son bulan Bedir savaşı sonrasını Şeriatî şöyle anlatıyor:
“İslam ordusu ilk defa olarak en çetin savaşlardan birinden dönüyordu, gururlu ve muzaffer olarak. “
Gurur!.. Bu çok çirkin bir huy ve özelliktir. (s: 42)
Gördüğünüz gibi, İslâm ordusunu önce gururlu olmakla suçlayıp arkasından da gururun çirkin bir şey olduğunu söylüyor. Böylece, Ashâb-ı kiramı çirkin bir huya sahip olan bir topluluk olarak gösteriyor.
7- Sıra geldi Uhud harbini anlatmaya. Burada da Ashâbın en öndeki üç büyüğüne dil uzatmaktan geri durmuyor:
“Osman firar etmişti. Ömer ve Ebûbekir ortalıkta görünmüyordu.” (s: 65)
8- Uhud’dan sonraki Hamrâül Esed gazvesini anlatırken de, Peygamberimiz’i insafsızca hareket etmekle suçluyor.
“Peygamber, Ümmü Mektum’u Medine’ye başkan olarak atayıp, henüz yüreği yaralı çocuk ve kadınların inilti ve ağlama sesleri duyulan evlerden, yorgun ve yaralı Müslümanları çıkarıp harekete geçirdi…” (s: 70)
“Yorgun ve yaralı insanlar sefere çıkarılır mı? Bu kadar da insafsızlık olur mu?” demeye getiriyor.
9- Mekke’nin fethinden sonra Peygamberimiz genel af ilan etmiş, ancak birkaç kişinin bulundukları yerde öldürülmelerini emretmişti. Bunlar, işleri güçleri İslâm’ı ve Peygamberimiz’i kötülemek olan kimselerdi. Şeriatî, bu meseleden bahsederken şöyle diyor:
“Komutanlara emir şuydu: “Sizinle savaşmayanlarla değil, savaş açanlarla çarpışın.” Fakat bir grubu adlarıyla açıkladı. Ve şöyle dedi: “Onları Kâbe’nin perdesi (örtüsü) altında bulsanız da öldürün.” (s: 189)
Şeriatî, bu meseleyle ilgili 106 nolu dipnotta Peygamberimiz’e olan düşmanlığını açıktan açığa ortaya koyuyor. İşte kullandığı ifadeler:
“Peygamber’in sükûnet ve huzur sağlamaya, Mekke’de kan dökmeyi önlemesine karşın, öyle bir ortamda tavizsizlik göstermesi, onun ruhsal yapısının normal bir rûhi yapı olmadığını gösteriyor. Onun hayat serüveni bu örneklerle doludur.”
Gördüğünüz gibi, Peygamberimiz’i hem tavizsizlikle suçluyor hem de, “Normal bir rûhi yapısı olmadığını” söylüyor. Daha da ileri giderek “Hayatı bu örneklerle doludur” diyor. Yukarıda, “Peygamberimiz’e “Hazret” dememesi şöyle dursun, HAKARET EDİYOR!” dediğim işte buydu değerli okuyucular.
10- Huneyn Harbi’ni nasıl anlattığına geçmeden önce bir hatırlatma yapalım. Bu harpte Müslümanlar önce gafil avlanıp Hevâzin ve Sakif kabilelerine mensup müşrikler karşısında bir sıkıntı yaşamışlarsa da sonunda toparlanmışlardı. O harpte müşriklerin kumandanının ismi Mâlik bin Avf idi.
Lütfen Hevâzin ve Sakif kelimelerinin müşrik, kumandanlarının da Mâlik bin Avf olduğunu unutmayınız. Bakın Ali Şeriatî Huneyn Harbi’ni nasıl anlatıyor:
Sabah karanlığı, derenin darlığında Müslümanlar, elleri bağlı gözleri kapalı olarak kendi kadın-çocuk ve mallarıyla birlikte gelen fedâkâr Hevâzin ve Sakif savaşçılarının amansız darbeleri altında kıvranıyordu. (s: 213)
Gördüğünüz gibi müşriklere fedâkâr diyor. Anlatmaya devam ediyor:
“Bu sırada Hevâzin’in yürekli bayraktarı kızıl kıllı deve üzerinde ilerliyordu…. Bulduğunu mızrakla vurup düşürüyordu.” (s: 216)
Hevâzin kuvvetlerinin bayraktarını yürekli diye övüyor. Müslümanları vurup düşürmesinden ise büyük zevk aldığı anlaşılıyor. Aşağıda gördüğünüz gibi müşriklere fedakâr demekte ısrar ediyor:
“Fedâkâr Hevâzin ve Sakif müttefikleri, gerçi kadın-çocuk ve servetlerini savaş alanına getirmişlerdi. Fakat her an şiddetlenen, sertleşen, hışmı artan, saldırgan fırtına karşısında gitgide ümitsizleşiyorlardı.” (s: 217)
Evet müşriklerin gitgide ümitsizleşip sonunda belalarını buldukları doğru. Ne var ki, Ali Şeriatî buna kahroluyor. Ama müşrik kuvvetlerinin kumandanını son ana kadar kahraman olarak anmakta da direniyor. Bakın:
“Son anlara kadar direnen Huneyn kahramanı Mâlik bin Avf…” (s: 221) Müşrikleri bu kadar öven yazarın, İslâm askerleri hakkında ne dediğini merak ediyorsanız buyurun:
“…büyük ve dengesiz bir ordu…” (s: 229)
11- Yukarıda temas etmiştik. Şeriatî, kitabının önsözünde “Benim bu öyküye bakış açım mezhebî îtikadlar açısından değil” diyordu. Kendi düşüncesinin de şöyle olduğunu söylüyordu: “…her türlü taassup, taraf tutma ve pek çok araştırmanın hastalığı sayılan önyargıdan uzak…”
Bu nasıl önyargı ve taraf tutmaktan uzaklıktır ve mezhebî itikadlar açısından bakmamaktır ki, ashabtan baba oğul iki mümtaz sîma hakkında şu ifadelerde bulunabiliyor:
“Yarımadada Ebû Süfyanlar, Muâviyeler, münafıklar pusuya yatıp, fırsat kollamaktaydı..” (s: 314)
Eğer mezhebî açıdan bakmamış olsaydı, Hazreti Ebû Süfyan ve Hazreti Muâviye (Radıyallâhü Anhümâ) hazretlerini, münafıklarla beraber pusuya yatanlar olarak anmazdı.
Maamâfîh, yukarıdan beri yazdıklarımızdan, pusuya yatanların o iki mümtaz sahâbî mi, yoksa Ali Şeriâtî’nin kendisi mi? olduğu okuyucularımız tarafından gayet açık anlaşılmıştır.
Yazımızın sonuna geldik. Ali Şeriatî’nin Pey-gamberimiz’e nasıl hakaret ettiğini anlattık ama Mustafa İslamoğlu ile ilgili yazacağımız şeyi yazamadık.
Zaten Şeriatî ile söyleyeceklerimiz bile bitmiş değil. Nasipse Ârifan’ın bundan sonraki sayılarında bunların hepsini teker teker işleyeceğiz. Tâ ki Müslümanlara zemzem diye zehir içirilmesin.
Şimdilik fî emânillah…
1- Hazreti Ömer (Radıyallâhü anh) zamanında İslam’ın İran’a girmesini içine sindiremediği için buna bir türlü fetih diyemiyor. “Arapların saldırısı”, “Ömer’in İran’a saldırı kararı” diyor. (s.13, 14)
2- Müslümanların İran’ı fethetmeleri içine öyle oturmuş ki, bu fethi hem sıradan bir savaş gibi görüyor hem de Müslümanları vahşî kabileler olarak anlatıyor. Ona göre Müslümanlar vahşî, o zamanki imansız İran ile, Doğu Roma ise ileri bir toplum. Yine ona göre İran’ın fethi kudsî bir gayeye dayanmayan bir hegemonya. İşte sözleri: “Burada İran veya Doğu Roma’nın Araplara yenilişi söz konusu değildir. Çünkü vahşî kabilelerin medenî toplumlara saldırısı ve onlara karşı zafer elde etmesi büyük ve ileri toplumlar üzerinde hegemonya (baskı ve üstünlük) kurması, tarihte tekerrür eden bir olaydır.” (s: 15)
3- Şeriatî’ye göre Peygamberimiz Bedir Harbi’ni, “Başarı kazanamazsam yahudi ve münafıklar bana ne derler” telaşıyla yapmış. Peygamberimiz’in düşüncesini şöyle aktarıyor: “Nasıl olur da eli boş Medine’ye dönebilirdi. Yahudi ve münafıklar ne derlerdi.” (s: 29) Bedir Harbi’ne katılan Ashâb-ı kiram hakkında ise şöyle diyor: “…çoğu yağmalama hedefiyle yola çıkan bir ordu…” Yani ona göre Ashâb-ı kiram Bedir’de Allah için, din için cihad etmemiş, yağma için yola çıkmış.
4- Şeriatî, Bedir harbine iştirak eden Ashâbı kötülemeye şöyle devam ediyor: “Muhammed’in ordusunda (İfadedeki hürmetsizliğe dikkat!) bir grup, cedelleşmeye ve münakaşaya başladı. Onlar şöyle diyordu: “Biz savaş için değil ganimet için yola çıktık. Nasıl olur da 313 kişi hem de böyle sınırlı bir techizat ile, savaşa hazır, kılıç kuşanmış bin kadar savaşçıya karşı, mutsuz ve ümitsiz bir harbe girilebilir diyordu.” (s: 32) Bedir ordusundaki Ashâb-ı kiramı, içten içe kaynayan, ihanet etmek için fırsat kollayan kimseler olarak anlatıyor: “Muhammed… (Hazret demiyor) öyle güzel koordine etti ki, kimseye bir an bile olsun, ihaneti düşünme fırsatı vermedi.” (s: 32)
5- Ashâb-ı kiramın büyüklerini bile değişik tevhid anlayışı taşıyan, ayrı ayrı inanca sahip olan kimseler olarak gösteriyor:
“Ebûbekir’in tevhid anlayışı…
Bilal’in tevhid anlayışı..
Evet bu iki tevhid anlayışı arasındaki fark, Bedir’de iyice kendini gösterdi.” (s: 36)
Allah’ın rızasından başka bir şey düşünmeyen Bedir aslanlarını kötülemeye devam ediyor:
“Kin ve intikam ateşi daha da büyümekteydi… Peygamberin ünlü dost ve yardımcısı Ebû Huzeyfe intikam ve kin ateşi içinde yanıyordu.” (s: 40)
6- Kendi isteğinin tersine zaferle son bulan Bedir savaşı sonrasını Şeriatî şöyle anlatıyor:
“İslam ordusu ilk defa olarak en çetin savaşlardan birinden dönüyordu, gururlu ve muzaffer olarak. “
Gurur!.. Bu çok çirkin bir huy ve özelliktir. (s: 42)
Gördüğünüz gibi, İslâm ordusunu önce gururlu olmakla suçlayıp arkasından da gururun çirkin bir şey olduğunu söylüyor. Böylece, Ashâb-ı kiramı çirkin bir huya sahip olan bir topluluk olarak gösteriyor.
7- Sıra geldi Uhud harbini anlatmaya. Burada da Ashâbın en öndeki üç büyüğüne dil uzatmaktan geri durmuyor:
“Osman firar etmişti. Ömer ve Ebûbekir ortalıkta görünmüyordu.” (s: 65)
8- Uhud’dan sonraki Hamrâül Esed gazvesini anlatırken de, Peygamberimiz’i insafsızca hareket etmekle suçluyor.
“Peygamber, Ümmü Mektum’u Medine’ye başkan olarak atayıp, henüz yüreği yaralı çocuk ve kadınların inilti ve ağlama sesleri duyulan evlerden, yorgun ve yaralı Müslümanları çıkarıp harekete geçirdi…” (s: 70)
“Yorgun ve yaralı insanlar sefere çıkarılır mı? Bu kadar da insafsızlık olur mu?” demeye getiriyor.
9- Mekke’nin fethinden sonra Peygamberimiz genel af ilan etmiş, ancak birkaç kişinin bulundukları yerde öldürülmelerini emretmişti. Bunlar, işleri güçleri İslâm’ı ve Peygamberimiz’i kötülemek olan kimselerdi. Şeriatî, bu meseleden bahsederken şöyle diyor:
“Komutanlara emir şuydu: “Sizinle savaşmayanlarla değil, savaş açanlarla çarpışın.” Fakat bir grubu adlarıyla açıkladı. Ve şöyle dedi: “Onları Kâbe’nin perdesi (örtüsü) altında bulsanız da öldürün.” (s: 189)
Şeriatî, bu meseleyle ilgili 106 nolu dipnotta Peygamberimiz’e olan düşmanlığını açıktan açığa ortaya koyuyor. İşte kullandığı ifadeler:
“Peygamber’in sükûnet ve huzur sağlamaya, Mekke’de kan dökmeyi önlemesine karşın, öyle bir ortamda tavizsizlik göstermesi, onun ruhsal yapısının normal bir rûhi yapı olmadığını gösteriyor. Onun hayat serüveni bu örneklerle doludur.”
Gördüğünüz gibi, Peygamberimiz’i hem tavizsizlikle suçluyor hem de, “Normal bir rûhi yapısı olmadığını” söylüyor. Daha da ileri giderek “Hayatı bu örneklerle doludur” diyor. Yukarıda, “Peygamberimiz’e “Hazret” dememesi şöyle dursun, HAKARET EDİYOR!” dediğim işte buydu değerli okuyucular.
10- Huneyn Harbi’ni nasıl anlattığına geçmeden önce bir hatırlatma yapalım. Bu harpte Müslümanlar önce gafil avlanıp Hevâzin ve Sakif kabilelerine mensup müşrikler karşısında bir sıkıntı yaşamışlarsa da sonunda toparlanmışlardı. O harpte müşriklerin kumandanının ismi Mâlik bin Avf idi.
Lütfen Hevâzin ve Sakif kelimelerinin müşrik, kumandanlarının da Mâlik bin Avf olduğunu unutmayınız. Bakın Ali Şeriatî Huneyn Harbi’ni nasıl anlatıyor:
Sabah karanlığı, derenin darlığında Müslümanlar, elleri bağlı gözleri kapalı olarak kendi kadın-çocuk ve mallarıyla birlikte gelen fedâkâr Hevâzin ve Sakif savaşçılarının amansız darbeleri altında kıvranıyordu. (s: 213)
Gördüğünüz gibi müşriklere fedâkâr diyor. Anlatmaya devam ediyor:
“Bu sırada Hevâzin’in yürekli bayraktarı kızıl kıllı deve üzerinde ilerliyordu…. Bulduğunu mızrakla vurup düşürüyordu.” (s: 216)
Hevâzin kuvvetlerinin bayraktarını yürekli diye övüyor. Müslümanları vurup düşürmesinden ise büyük zevk aldığı anlaşılıyor. Aşağıda gördüğünüz gibi müşriklere fedakâr demekte ısrar ediyor:
“Fedâkâr Hevâzin ve Sakif müttefikleri, gerçi kadın-çocuk ve servetlerini savaş alanına getirmişlerdi. Fakat her an şiddetlenen, sertleşen, hışmı artan, saldırgan fırtına karşısında gitgide ümitsizleşiyorlardı.” (s: 217)
Evet müşriklerin gitgide ümitsizleşip sonunda belalarını buldukları doğru. Ne var ki, Ali Şeriatî buna kahroluyor. Ama müşrik kuvvetlerinin kumandanını son ana kadar kahraman olarak anmakta da direniyor. Bakın:
“Son anlara kadar direnen Huneyn kahramanı Mâlik bin Avf…” (s: 221) Müşrikleri bu kadar öven yazarın, İslâm askerleri hakkında ne dediğini merak ediyorsanız buyurun:
“…büyük ve dengesiz bir ordu…” (s: 229)
11- Yukarıda temas etmiştik. Şeriatî, kitabının önsözünde “Benim bu öyküye bakış açım mezhebî îtikadlar açısından değil” diyordu. Kendi düşüncesinin de şöyle olduğunu söylüyordu: “…her türlü taassup, taraf tutma ve pek çok araştırmanın hastalığı sayılan önyargıdan uzak…”
Bu nasıl önyargı ve taraf tutmaktan uzaklıktır ve mezhebî itikadlar açısından bakmamaktır ki, ashabtan baba oğul iki mümtaz sîma hakkında şu ifadelerde bulunabiliyor:
“Yarımadada Ebû Süfyanlar, Muâviyeler, münafıklar pusuya yatıp, fırsat kollamaktaydı..” (s: 314)
Eğer mezhebî açıdan bakmamış olsaydı, Hazreti Ebû Süfyan ve Hazreti Muâviye (Radıyallâhü Anhümâ) hazretlerini, münafıklarla beraber pusuya yatanlar olarak anmazdı.
Maamâfîh, yukarıdan beri yazdıklarımızdan, pusuya yatanların o iki mümtaz sahâbî mi, yoksa Ali Şeriâtî’nin kendisi mi? olduğu okuyucularımız tarafından gayet açık anlaşılmıştır.
Yazımızın sonuna geldik. Ali Şeriatî’nin Pey-gamberimiz’e nasıl hakaret ettiğini anlattık ama Mustafa İslamoğlu ile ilgili yazacağımız şeyi yazamadık.
Zaten Şeriatî ile söyleyeceklerimiz bile bitmiş değil. Nasipse Ârifan’ın bundan sonraki sayılarında bunların hepsini teker teker işleyeceğiz. Tâ ki Müslümanlara zemzem diye zehir içirilmesin.
Şimdilik fî emânillah…
Ali Eren -Arifan Dergisi Nisan 2009
Kader Yok! Diyenler
«لِكُلِّ أُمَّةٍ مَجُوسٌ وَمَجُوسُ هٰذِهِ الْأُمَّةِ الَّذِينَ يَقُولُونَ: لَا قَدَرَ! مَنْ مَاتَ مِنْهُمْ فَلَا تَشْهَدُوا جَنَازَتَهُ وَمَنْ مَرِضَ مِنْهُمْ فَلَا تَعُودُوهُمْ وَهُمْ شِيعَةُ الدَّجَّالِ وَحَقٌّ عَلَى اللّٰهِ أَنْ يُلْحِقَهُمْ بِالدَّجَّالِ.»
“Her ümmetin bir Mecûsîsi vardır, bu ümmetin Mecûsîleri ise: ‘Kader yok!’ diyenlerdir.
Onlardan her kim ölürse cenâzesinde bulunmayın, hasta olanları da ziyâret etmeyin, onlar Deccalın şî‘asıdır, onları Deccala ilhâk etmek Allâh üzerine bir haktır!”
Ebû Dâvûd, Sünnet:17, no:4692, 4691, 2/634
4 Haziran 2012 Pazartesi
Ahmet Mahmut Ünlü Hoca Efendi'nin Mektubu Sesli
03.05.2012
3 Haziran 2012 Pazar
Yarın Çocuklarınız Gönüllü Birer Şii Propagandisti Olarak Karşınıza Çıkarsa Sakın Şaşırmayın!
Sünnî kesimlerin -tarih boyunca olduğu gibi şimdi de- Şiileri Sünnîleştirmek gibi bir derdi olmamıştır. Bu, Sünnîlerin Şii iddiaları karşısında donanımsız ve savunmasız olduğu şeklinde bir izlenim oluşmasına yol açıyor. Özellikle gençlerde bu algının hayli yaygın olduğunu gözlüyoruz. Bu durumun olumsuz psikolojik yansımaları oluyor. Gençler bu sebeple Şii propagandalara kolayca kanabiliyor. Bir tesbitimi aktarayım: Ülkemizde Türkçe olarak -telif veya tercüme fark etmez- Şia tenkidi konusunda neşredilmiş eserlerin adedi, Şia’nın Türkçe olarak neşrettiği eserler yanında hayli cılız kalır!
Ehl-i Sünnet itikadı konusunda hassasiyet gösteren ya da ayağını bu zemine basan kimselere ve kesimlere sesleniyorum: Yarın çocuklarınız gönüllü birer Şii propagandisti olarak karşınıza çıkarsa sakın şaşırmayın! Abarttığımı düşünenlere, özellikle üniversite öğrencilerinin gündemini nelerin işgal ettiğini, gençlerimizin kafasının ve kalbinin hangi sorularla karışmaya başladığını kontrol edin. Eğer bugün küçük bir azınlığın okuyup tartışarak Şii olduğu gerçeğinin üstünü örtmek mümkün değilse -ki değil! -, emin olun yarın bu sayı katlanarak büyüyecek. Ayağınızın altındaki zemini kaybediyorsunuz, ruhunuz duymuyor!
Yeni yetişen nesilleri Ehl-i Sünnet itikadı konusunda bilinçlendirecek kadrolar yetiştirmezsek, bir an önce bunun tedbirini almazsak, çok sürmez, 5-10 yıl sonra bu sütunlardan Şia’nın iddialarına tek tek cevap yetiştirmek zorunda kaldığımızda yavuz hırsızın ev sahibini bastırdığını ve sesimizin boğulduğunu göreceksiniz.
Açık ve net söylüyorum: Bütün alt dallarıyla Şia’nın itikadı, fıkhı, tarihi ve kültürü konusunda mütehassıs insanlar yetiştirmek bugün bu topraklarda yaşayan Ehl-i Sünnet duyarlılığına sahip insanlara farzdır. Tıpkı Ehl-i Sünnet itikadını modernist meydan okumalara karşı müdafaa edecek donanımlı kadrolar yetiştirmenin farz olduğu gibi.
Bu ülkenin gücü Şia’nın propagandalarına set çekecek kadrolar yetiştirmeye elbette yeter. İlmî mirasımız ve müktesebatımız noktasında da durumu dengeleyecek birikime fazlasıyla sahibiz. Yeter ki bu sahada kurumsal anlamda gerekli yatırımları yapacak imkâna kavuşalım.
Ebubekir Sifil
Tamamı
25 Mayıs 2012 Cuma
24 Mayıs 2012 Perşembe
Sahabelere İftiralar
Büyük sahabelere iftira ve hakareti adet edinen Güneş gazetesi yazarı Rıza Zelyut “Peygamberimizin kızını kimler öldürdü?” başlıklı yazısında büyük sahabelere iftiralar ediyor.
Ama öyle bir bölüm var ki, iftiranın da ötesinde. Ve o bölümü Haydar Baş’ın “Hz. Fatıma İcmal Yayıncılık sayfa: 365-366″ kitabından alıntıladığını söylüyor.
İşte O Bölüm:
Okuyun Okuyabilir İseniz
Gelin, bundan sonrasını Hz. Ömer’in Muaviye’ye yazdığı meşhur mektuptan okuyalım:
‘Hz. Fatıma’nın cariyesi Fizze’ye dedim ki: ‘Ali’ye de ki: Hz. Ebu Bekir’e biat etmek için dışarı çıksın çünkü Müslümanlar ona biat etmişlerdir.’
Fizze: ‘Hz. Ali meşguldür.’ dedi.
Dedim ki: ‘Bu sözleri bir kenara bırak, ona de ki, dışarı çıksın; aksi takdirde içeri girip onu zorla çıkarırız.’
Bu sırada Fatıma odadan çıkıp kapının arkasında durdu ve şöyle dedi: ‘Ey yalancı sapıklar! Ne diyorsunuz? Ne istiyorsunuz?
Dedim ki: ‘Ey Fatıma!’
Fatıma: ‘Ey Ömer ne istiyorsun?’ dedi.
Dedim ki: ‘Neden amcaoğlun seni cevap vermek için göndermiş ve kendisi perdenin arkasında oturmuştur?’
Dedi ki: ‘Ey şaki (bedbaht)! Senin azgınlığın beni evimden dışarı çıkardı; hücceti sana ve diğer her sapığa tamamladı.’
Dedim ki: ‘Bu boş sözleri ve kadın hikayelerini bir kenara bırak; Ali’ye de ki dışarı çıksın; aramızda hiçbir dostluk ve ihtiram yoktur.’
Fatıma dedi ki: ‘Ey Ömer! Şeytanla mı beni korkutuyorsun? Oysa ki şeytanın hizbi güçsüzdür.’
Dedim ki: ‘Eğer dışarı çıkmazsa, ya çok odun getirerek bu evi içindekilerle yakacağım veya Ali sürüklenerek biate götürülecektir.’
Bu sırada Konfoz’un kırbacını alıp ona vurdum ve Halid bin Velid’e de ‘Sen ve adamlarımız odun getirin, ben onları yakacağım.’ dedim.
Fatıma dedi ki: ‘Ey Allah’ın düşmanı! Ey Peygamber’in düşmanı, ey Emir’ül – mü’minin Ali’nin düşmanı!’
Fatıma elleri ile kapıyı tutup onu açmama mani oluyordu; derken onu bir kenara ittim, yine bana mani olmaya çalıştı, bu defa kırbaçla onun ellerine vurdum, onu incittim, onun inilti ve ağlamasını duydum; neredeyse yumuşayacaktım ve kapıdan geri dönecektim. (…) bu esnada kapıya bir tekme vurdum, Fatıma ise kapıya yapıştı; öyle şiddetle bağırdı ki Medine’nin alt üst olduğunu zannettim.’
(Kaynak kitap: Hz. Fatıma; Yazan: Prof. Dr. Haydar Baş, İcmal Yayıncılık, sayfa: 365-366)
Hamileliği ilerlemiş olan Fatıma Ana; işte burada yediği dayakla çocuğunu düşürmüş, kendisi de kısa bir süre sonra genç yaşında vefat etmiştir.
Peygamberimizin kızına Ebubekir-Ömer ikilisinin yaptığı diğer haksızlıkları merak edenler; bu kitaba baksınlar.
Diğer önemli bir kaynak da şudur: ‘Örnek İslam Kadını Hazret-i Fatıma, Yazan Ayetulluh İbrahim Emini, Ensariyan Yayınları’
İşte bu nedenle Cübbeli Hoca uyarıyor: Bu kişilerden, Meltem Tv gibi yayın organlarından uzak durun. Sahabe Efendilerimize hakaret ve iftira edenleri sizde deşifre edin, milleti uyarın, uyandırın.
Ama öyle bir bölüm var ki, iftiranın da ötesinde. Ve o bölümü Haydar Baş’ın “Hz. Fatıma İcmal Yayıncılık sayfa: 365-366″ kitabından alıntıladığını söylüyor.
İşte O Bölüm:
Okuyun Okuyabilir İseniz
Gelin, bundan sonrasını Hz. Ömer’in Muaviye’ye yazdığı meşhur mektuptan okuyalım:
‘Hz. Fatıma’nın cariyesi Fizze’ye dedim ki: ‘Ali’ye de ki: Hz. Ebu Bekir’e biat etmek için dışarı çıksın çünkü Müslümanlar ona biat etmişlerdir.’
Fizze: ‘Hz. Ali meşguldür.’ dedi.
Dedim ki: ‘Bu sözleri bir kenara bırak, ona de ki, dışarı çıksın; aksi takdirde içeri girip onu zorla çıkarırız.’
Bu sırada Fatıma odadan çıkıp kapının arkasında durdu ve şöyle dedi: ‘Ey yalancı sapıklar! Ne diyorsunuz? Ne istiyorsunuz?
Dedim ki: ‘Ey Fatıma!’
Fatıma: ‘Ey Ömer ne istiyorsun?’ dedi.
Dedim ki: ‘Neden amcaoğlun seni cevap vermek için göndermiş ve kendisi perdenin arkasında oturmuştur?’
Dedi ki: ‘Ey şaki (bedbaht)! Senin azgınlığın beni evimden dışarı çıkardı; hücceti sana ve diğer her sapığa tamamladı.’
Dedim ki: ‘Bu boş sözleri ve kadın hikayelerini bir kenara bırak; Ali’ye de ki dışarı çıksın; aramızda hiçbir dostluk ve ihtiram yoktur.’
Fatıma dedi ki: ‘Ey Ömer! Şeytanla mı beni korkutuyorsun? Oysa ki şeytanın hizbi güçsüzdür.’
Dedim ki: ‘Eğer dışarı çıkmazsa, ya çok odun getirerek bu evi içindekilerle yakacağım veya Ali sürüklenerek biate götürülecektir.’
Bu sırada Konfoz’un kırbacını alıp ona vurdum ve Halid bin Velid’e de ‘Sen ve adamlarımız odun getirin, ben onları yakacağım.’ dedim.
Fatıma dedi ki: ‘Ey Allah’ın düşmanı! Ey Peygamber’in düşmanı, ey Emir’ül – mü’minin Ali’nin düşmanı!’
Fatıma elleri ile kapıyı tutup onu açmama mani oluyordu; derken onu bir kenara ittim, yine bana mani olmaya çalıştı, bu defa kırbaçla onun ellerine vurdum, onu incittim, onun inilti ve ağlamasını duydum; neredeyse yumuşayacaktım ve kapıdan geri dönecektim. (…) bu esnada kapıya bir tekme vurdum, Fatıma ise kapıya yapıştı; öyle şiddetle bağırdı ki Medine’nin alt üst olduğunu zannettim.’
(Kaynak kitap: Hz. Fatıma; Yazan: Prof. Dr. Haydar Baş, İcmal Yayıncılık, sayfa: 365-366)
Hamileliği ilerlemiş olan Fatıma Ana; işte burada yediği dayakla çocuğunu düşürmüş, kendisi de kısa bir süre sonra genç yaşında vefat etmiştir.
Peygamberimizin kızına Ebubekir-Ömer ikilisinin yaptığı diğer haksızlıkları merak edenler; bu kitaba baksınlar.
Diğer önemli bir kaynak da şudur: ‘Örnek İslam Kadını Hazret-i Fatıma, Yazan Ayetulluh İbrahim Emini, Ensariyan Yayınları’
22 Mayıs 2012 Salı
İslam ve Modernite Bir Arada Bulunamaz.
...... İslam modernistleri bize bunu söylüyor işte… Ahiretinize yatırım yaparken dünyanızı kaybediyorsunuz diyorlar. İkisini dengeli götürmek lazım. Ama bu bizi hiçbir zaman modern Batılı’nın geldiği seviyeye getirmez. Yani düşünün Müslüman’sınız, zenginsiniz, sermaye sahibisiniz ve İslam sizi infaka öyle bir teşvik ediyorki bir anda gözünüzü yumup bütün servetinizi tasadduk edebilmenizi istiyor. Hz. Ebubekir’i Hz. Osman’ı düşünün…
Bu örnek insan tipini batıda da doğuda da göremezsiniz. Oysa bugün dünyada ayakta kalmak için sermayenizi korumakla bile yetinemezsiniz, durmadan büyümek zorundasınız. İşte o yüzden en başında söylediğim gibi İslam ve modernite bir arada bulunamaz. İslam’da isâr diye bir kavram var; ilk önce kardeşini kendine tercihi teşvik ediyor. Bu aslında infak ve tasaddukun zirvesidir. Müslüman yarınını düşünerek hareket eden insan değildir
16 Mayıs 2012 Çarşamba
Şii Yayılmacılığı
İran bir taraftan bölgede inisiyatif ve etki alanını genişletmeye dönük politikalar izlerken, diğer yandan kadim ve genetik Sünni düşmanlığı refleksiyle Şii karakterli yayılmacı politika dip dalga halinde ilerliyor. Oysa düz mantıkla bakınca bölge ve dünya ölçeğinde İran’ın İslam Dünyası’nın desteğine ciddi biçimde ihtiyacı var. Hal böyleyken “mezhep ihracı” faaliyetinin hız kesmeden, hatta ivme kazanarak devam etmesi ilk bakışta çelişki gibi görünüyor.
Ancak mesele oldukça basit: İran, daha doğrusu Şia, İslam Dünyası’nda “kendisi olarak” varlığını ancak izole bir şekilde devam ettirebilir. Tarihî tecrübe de, bugünün gerçekleri de bunun böyle olduğunu gösteriyor. Buna mukabil küresel güçlere karşı “tek başına” direnme, hatta “kafa tutma” görüntüsü Şiilik propagandası eşliğinde yürütüldüğü zaman hem siyasî ve stratejik hem de mezhebi ve kültürel sahalarda aynı anda ilerleme kaydetmek mümkün hale geliyor. Sokaktaki insanın algısına hitap eden tek cümlelik netice şu oluyor: “Küresel hegemonyaya İslam adına direnmenin adresi İran’dır ve İran bunu sahip olduğu Şii arka plana borçlu.”
İzleyebildiğim kadarıyla tek bir uydu kanalında 20 civarında Şiilik propagandası yapan televizyon var. İzleyemediklerim de hesaba katılarak düşünüldüğünde rakamın ikiye-üçe katlanacağında şüphe yok. “Ne var bu kanallarda?” diye baktığınızda, 24 saat fasılasız Şiilik propagandası var. Bütün mesaisini Sünnîlik tenkidine sarf eden, bu sahada özel olarak yetiştirildiği anlaşılan kişiler, Sünnî kaynakları didik didik ederek işlerine geleceğini düşündükleri malzemeyi titiz bir şekilde cımbızlayıp seyirciye sunuyorlar.
Son örneklerden biri el-Fâhişe li’l-Vechi’l-Âhar li Âişe isimli paçavra. Televizyon kanallarında ve internette bu eserin yazarı tarafından Sünnî gençlerin beynine boca edilen yığınla tezvirat var. En hafifi, Hz. Aişe (r.anha) validemizin Efendimiz (s.a.v)’e taammüden eziyet ettiği bühtanı! Ağır ithamları zikretmeye ise dilim varmıyor; kitabın adı zaten muhtevasını yeterince ele veriyor. Elbette bu sadece örnek. Bunun gibi onlarcası tedavülde… (Ehl-i Beyt maskesi altında Şia’nın tezviratının önünü açanlar zil takıp oynasınlar…)
.......
.......
11 Mayıs 2012 Cuma
Kabirler Üzerine Türbe Yapmak
....
“Ulemamızdan bazı şarihler şöyle demiştir: “Selef, insanlar ziyaret ve içinde oturarak istirahat etsin diye meşhur ulema ve meşayıhın kabirlerinin üstüne bina yapılmasının mübah olduğunu söylemiştir…”
“Ulemamızdan bazı şarihler şöyle demiştir: “Selef, insanlar ziyaret ve içinde oturarak istirahat etsin diye meşhur ulema ve meşayıhın kabirlerinin üstüne bina yapılmasının mübah olduğunu söylemiştir…”
Kabirler üzerine yazı yazmanın, bina yapmanın hükmü konusunda ulema arasında ittifak bulunmadığını, hükmün maksada göre değiştiğini önceki yazılarda görmüş olduk.
Son bir mülahazayla konu hakkında söyleyeceklerimi sonlandırayım: Kabirler üzerine bina yapma meselesini, günümüzde iki noktadan geçmişten farklı olarak değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum:
İçinde bulunduğumuz zaman diliminde, birey ve toplumların kabirdekilerle irtibatının önem arz ettiğini kimse inkâr edemez. Modern hayatta Müslüman birey ve toplum, kendisini, toprağın üstündeki hayattan daha çok toprağın altındaki hayatla Rabbine yakın hissediyor. Zira toprağın üstündeki hayat insanı Allah’tan uzaklaştırırken, toprağın altındaki hayat kişiyi Allah’a yaklaştırıyor.
Bir büyük velinin, bir amil âlimin, bir salih kişinin, bu dine hizmet etmiş bir tarihî şahsiyetin kabrini ziyaret etmenin ruhta oluşturacağı tedai, belki onlarca va’z-u nasihattan daha tesirli olur. Hepimiz bunu bir şekilde tecrübe etmişizdir. Dolayısıyla bunu garipsemek de, inkâr etmek de mümkün değil.
Öyleyse Allah ve Resulü’nün sevdiği, tarihimize silinmez izler bırakmış, İslamlığa ve insanlığa utulmaz hizmetler yapmış büyük zatların kabirlerinin kaybolması onlar için değil, ama bizim için büyük kayıp olacaktır. Kabirlerinin üzerine türbe yaparak onları öldükten sonra dahi hayatımıza aktif olarak katmanın, öldükten sonra dahi onların örnekliğinden, önderliğinden istifade etmenin, özellikle bizi sürekli ahireti olmayan bir dünya gayyasına çeken bu modern tuğyan ortamında çok farklı bir önem arz ettiği izahtan varestedir.
Kabirler üzerine türbe yapma uygulamasının bir de böyle bir açıdan değerlendirilmesinde büyük fayda var.
26 Nisan 2012 Perşembe
Modernitenin Din Algısı
Modernitenin getirmiş olduğu din algısı hepimize bir miktar bulaştı. Ekonomiye bakışımızda, dünya yaşantımızda, kadın-erkek ilişkilerinde vb. bir çok alanda kendisini ortaya koyuyor. İmanımızda, algılarımızda, bilgi seviyemizde sorun var. İkincisi İslam’ın pratiğinden büyük ölçüde yoksun olduğumuz için o Müslüman bireyi bulamıyoruz. Bütün ölçüler Kur’an’ da.. İslami ilimleri yeterince hayatımıza entegre edemiyoruz. Akli (matematik, edebiyat, mantık ilmi vb) ve nakli (tefsir, kelam, hadis, fıkıh ilmi vb.) olarak ayırt etmeden ilim Çin’de olsa gidip öğrenmemiz gerekiyor. En önemli eksiğimiz bu..
Peki modernizme karşı en genel manada neler yapmalıyız?
Modern hayat çoğulcu bir toplum gerektiğini ve kimsenin bir başkasının yaşam tarzına müdahele etmemesi gerektiğini vurguluyor. Sen ona saygı duyacaksın, o sana saygı duyacak. Nasslar bize diyor ki emri bil ma’ruf nehyi anil münker yapmalısın, olgular ise hayır bir başkasının yanlışına saygı duyacaksın… Peki ama biz Müslüman’ız, bir başkasının yanlışına göz yumacaksak, onu güzel bir dille ikaz etmeyeceksek ne anlamımız kalır. Bu bizim sorumluluğumuz, bu bizim varoluş gayemiz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)